Uzun bir aradan sonra kelimelerle tekrardan sizler önünde buluşma vaktimiz geldi. Bu dönem mezun olacağım için size kısa bir yazı yazmak çok içimden gelmedi ama gelin görün ki hayat ve Bilkent bir olunca artık her şeye ‘olduğu kadar’ deyip geçmeyi öğreniyorsunuz.
Şimdi size ‘olduğu kadar’ hissini en iyi anlatabileceğimi düşündüğüm, bir blog yazısı samimiyetiyle geçtiğimiz gün beyaz perde de izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Filmimizin adı Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person In The World, 2021). 2021 Cannes ana seçkide Altın Palmiye için yarışmış, En İyi Kadın Oyuncu ödülünün de sahibi olan filmimiz Joachim Trier elinden çıkma bir yapım. Tekrar (Reprise, 2006) ve Oslo, 31 Ağustos’tan (Oslo, 31. August, 2011) filmlerinden sonra Oslo Üçlemesi’nin son filmi olarak bu yıl seyirciyle buluşuyor.
Her filmini izlemiş olmasam da izlediğim Trier filmlerinde, karakterlerinde hangi duyguyu vermek istiyorsa soğuk bir yalnızlık hissiyatı var bence. Herkesle iç içe olsanız bile, o kadar çaresiz bir şekilde işliyor ki ruhunuza, sanki herkes elinizi tutuyor ama kimse ruhunuzdan yakalayıp sizi düşmekten kurtarmıyor, çözüm üretmiyor ve tabii bu akışta nereye düşeceğinizi ve varıcağınızı da bilmiyorsunuz o yüzden hemen umutsuzluğa gerek yok.
The Worst Person In The World, Julie adında 20’lerle başlayan daha sonra toplumun post-genç olarak adlandırdığı fakat bence gayette genç bir yaş olan 20’lerin sonu 30’ların başında aşk, iş, yaşam, varoluş gibi birçok soru işaretini, kesin yargılarla yetişkin cümlelerle şekillendirip nokta koymaya çalışan bir kadının hikayesini anlatıyor.
Özellikle Julie’nin aşk hayatına odaklanan film ‘olduğu kadar’ hissinin gerçekliğinde volta atarken dışavurumlarında kalbinizi acıtıyor. Dış ses ve farklı sinematografik tercihlerle yönetmen altını çizmek istediği her konuya çok yalın ve efektif bir anlam katıyor. Filmi tabii ki size burada uzun uzun anlatmayacağım çünkü vizyona yeni girdi ve kesinlikle sinemada deneyimlemenizi çok isterim fakat birkaç bir şey söylemek istiyorum.
Öncellikle izledikten sonra bu paragrafı okursanız sevinirim çünkü hiçbir şeyi açık etmek istemiyorum.
Filmde en çok Julie’i tanıyoruz ve onunla kendimizi bağdaştırdığımız noktaları bulamamız daha kolay ve gelin görün ki kendi adıma çok benzer hislerden vuruldum. Y kuşağının ‘maymun iştahlılık’ durumunu nasıl tecrübe ettiğinin ve kuşak çatışmalarının sürüklediği farklılıklardan hissiyatların gerçekliğine, sancılı değişimlerin denkleştiği anlarda hayatına girenlerden hayatında var olduğunu bile kanıtlayamadığı aşklara, birçok hissiyatı harmanlayarak gerçek denebilecek nitelikte bir varoluşla kucaklaşmasını izliyoruz.
Bir diğer önemli bir hissiyat ise Julia dışındaki karakterlerin de çok yalın yazılması. Ben bir noktada hem Aksel gibi hem Eivind gibi de hissettim. İlişkilerdeki bencilliklerimizi kırabilecek en güçlü gerçeklikle, ölümle karşılaştığında nasıl kırıldığını görmek sanki simsiyah çirkin bir taşı kırdığında içinden çıkan saf, parlak ve gerçek hissiyatları nasıl ölümüne sakladığımızı bir kez daha gösteriyor.
Aslında alışık olduğumuz, öğretilen klasik bir yaşam ya da aşk biçimi üzerinden kendimizi ne kadar yargıladığımız ve o alışkın olduğumuz hislere sahip olmayan bireylerin aşklarını, hayatlarını yaşama şekillerini dışladığımızı da çok güzel suratımıza vuruyor bence. Özellikle Türkiye adına konuşacak olursam, 30’unda bir genç kız evlenmeli ya da çocuk sahibi olmayı düşünmeli gibi bir algı hala toplumun zihninde sinsice dolaşıyor. 30’uma gelmeden de milyon tane ilgi alanına ‘çok seviyorum’ diyip bir süre sonra bırakmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki hepimiz çok farklıyız ama eşitiz. Umarım gerçekten doğru zamanda doğru kişiye hislerimizi cesurca söyleriz ve alternatif Julie yaşamları yaratırız kendimize.
Filmden sonra bazı hatırladığım genel sorgulamaları da sizle paylaşmak istiyorum, belki düşünmek size de iyi gelir. Gerçekten aşk dediğiniz şeyin ömür boyu süren ve inandırıldığımız ‘happily ever after’ rüyası mı yoksa yaşamın içinde deneyimlediğimiz, her bireyin istediği sürece kalmayı seçtiği bir his mi? Bir histe kalabiliyor olmak ve bağlı oldu gerekçeler sizce de çok uçsuz bucaksız değil mi? Zaman aşkın neresinde tam olarak, ne kadar önemli? Ne kadar özgür olabiliyoruz hayatımız adına kararlar verirken? Bazı noktalarda kendimizi çok iyi tanıyor olmamıza rağmen neden bazen kendimize en yabancı kişi biz oluyoruz? Bir alışkanlığı kaybetmemek için ne gibi detaylara göz yumuyoruz? Ve daha birçok soru..
Benim filmle ilgili şu an aklıma gelen ilk izlenimlerim bunlar. Sizin de yorumlarınızı duymaktan çok keyif alırım, izlerseniz bana yazabilirsiniz.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!
Not: Filme yalnız gitmenizi öneririm :)