Geçtiğimiz hafta Chp’nin 18. Olağanüstü kurultayı gerçekleşti. Genel başkanlık için 944 imzayla aday gösterilen Kılıçdaroğlu 740 delegenin oyula genel başkanlığa yeniden seçilirken 177 imzayla aday gösterilen Muharrem İnce ise 415 oy alma başarısını gösterdi. Özellikle Muharrem İnce’nin baskıya rağmen aldığı oy oranı ise 2015’de partinin daha çalkantılı bir döneme gireceğinin, muhtemel bir seçim başarısızlığı sonrasında Kılıçdaroğlu’nun partide daha fazla tutunamayacağının sinyali olarak algılanabilir.
Chp’nin son dönemde yaşamakta olduğu sorunların dünden bugüne ortaya çıkmış gündelik siyasi sorunlar olarak görülmemesi gerektiği kanaatindeyim. Aksine bu tür sıkıntıları Chp’nin 70 yıla yakın süredir yaşadığını düşünüyor ve sorunların sebebinin de Chp’nin devlet partisinden millet partisine evrilme çabalarına ve kendini tanımlayamama sorununa bağlıyorum.
Her ne kadar isminde halk partisi ifadesi geçse de erken cumhuriyet döneminde bir devlet partisi olarak yaşamını sürdüren ve tek parti olmanın ayrıcalığı dolayısıyla kendisini tanımlama ihtiyacı duymadan siyaset yapan Chp’nin çok partili hayata yeniden geçilmesiyle birlikte bir dönüşüm sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Özellikle Demokrat Parti’nin yükselişiyle birlikte halka rağmen halk için anlayışının yavaş yavaş değişmeye başladığı görülmektedir. Örneğin, çoğumuzu şaşırtan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmesiyle, 1949 yılında başbakanlığa muhafazakar kimliğiyle tanınan Şemsetttin Günaltay’ın getirilmesi ciddi bir paralellik arz etmektedir.
1960’lı yıllara gelindiğinde ise özellikle içerde ve dışarda paradigmanın değişmesi sonucu Chp kendini daha sol bir parti “ortanın solu” olarak tanımlamaya çalışmış ve özellikle Bülent Ecevit’le birlikte zaten muğlak olan 6 okun yeniden yorumlanması sürecine gidilmiştir. Bu sürecin sonunda, Ecevit 1977 seçimlerinde % 42 civarında oy alma başarısını göstermiştir. Yalnız ilginç olan Ecevit’in de Chp içinde sürekli sıkıntılar yaşaması ve hatta 80 darbesinden sonra Chp’yi zamanı geçmiş bir burjuva partisi olarak nitelendirmesidir. Ecevit’in bu söylemi 1977 seçimlerindeki başarının Chp ile mi yoksa Chp’ye rağmen mi kazanıldığıyla ilgili bir soru işaretine sebep olmuyor değil…
1980’li yıllar solun ortak çatısı olarak kabul edilen Shp’nin % 25 civarında oy alabildiği, ortamın sosyal demokrat bir partinin kurulmasına çok da elverişli olmadığı yıllar olarak geçildi.1992’de yeniden kurulan Chp, o dönemde dini hassasiyetleri olan partilerin yükselişiyle birlikte tekrar düzenin koruyucusu misyonuna bürünmüş ve laiklik vurgusu üzerinden siyaset yapmaya başlamıştır. 2000’lere gelindiğinde ise Kemal Derviş’in de partiye katılmasıyla birlikte Üçüncü Yol politikası izlenmeye çalışılmıştır. Deniz Baykal uygulamak istedikleri politikayı “rekabetçi toplum hakem devlet” olarak tanımlamıştı ki bu slogan o dönemim paradigması olan Üçüncü Yol ideolojisini bire bir yansıtmaktadır.
Ak Partili yıllarda ise başta tekrar cumhuriyeti koruma ve kollama refleksleri ortaya çıkan Chp’nin Kılıçdaroğlu’yla beraber daha tıpkı 1946 sonrasında olduğu gibi daha muhafazakar bir çizgide siyaset yapmaya çalıştığını izleyebiliyoruz. Hem yerel seçimler hem cumhurbaşkanlığı seçimleri hem de partiye yapılan yeni transferler Chp’nin bu yönde adım attığını kanıtlar nitelikte…
Tüm bu tarihi değinmlerden yola çıkarak, Chp’nin tek parti döneminden sonra 70 yıla yakın süre geçmesine rağmen hala kendini tanımlayamadığını, siyaset belirleyici olamadığıın; siyasetin gidişatı doğrultusunda adımlar atan bir parti olmaktan öteye gidemediğini, hala halkın çoğunluğundaki güvensizliği silemediğini ve kendisini tam manasıyla devlet bürokrasisinden ayıramadığını görüyoruz. Benim kanaatimce, Chp bahsettiğim bu sorunları çözemediği müddetçe istediği başarıyı yakalayamayacaktır. Ve bu sorunlar rakı sofrası mı bira sofrası mı yoksa üçüncü yol olarak viski sofrası mı tartışmalarının çok daha ötesinde ve çözümü zaman ve emek gerektiren sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.