“Me goti Hitleri miriy, care şin na bitın / Me nızani de kure wi Bexda mezin bitin…”
(Hitler’in öldüğünü, şimdilik yeşermeyeceğini zannettik / Oğlunun Bağdat’ta büyüdüğünü bilemezdik)
Kim tahmin edebilirdi ki elma gibi kokan* bir havanın ölüm getireceğini? Kim tahmin edebilirdi ki derilerinin yandığını hisseden insanların, hayat kaynağı olan suya temas eder etmez can vereceğini? Hiroşima çok geride kalmıştı aslında; Vietnam’da olan fiyaskodan da ders çıkarılmıştı; sürdürülmesi umut edilen lafzi de olsa ‘barış’ üzerine kelam ediliyordu. Öyleyse nedendi bu kimyasal “ihtiras”, hem de elma gibi çocukları cezbeden bir tatta?
16 Mart 1988’de Irak’ta İran sınırına 15 km uzaklıktaki Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Halepçe şehrine, Irak ordusu tarafından bir kimyasal saldırı düzenlendi. Saldırıda dakikalar içerisinde 5.000’den fazla insan hunharca öldürüldü, 7.000’den fazla insan da ciddi manada kalıcı hasar gördü. Bilanço ortaya çıktıktan ve artık gözyaşlarının kifayetsiz kaldığı anlarda insanlar Kürtlere karşı gözü dönmüş şekilde mücadeleye girmiş olan Saddam’a lanetler okumakla birlikte, kendisine sima olarak da çok benzeyen Ali Kimyevi’nin (Ali Hasan El Mecid)** ismini de haykırıyordu. Zalimler, zaten zannımca sima olarak da birbirlerine benzer. Bu ha Libyalı olmuş, ha Mısırlı… Hiç fark etmez.
Neydi peki bu cinayetin, bu vahşetin sebebi? Aslında şunu deyip kolaya kaçmak mümkün: Kürtlerin, Saddam’ın yönetimine ayaklanmalarına çeşitli araçlarla destek veren İran’a, 8 seneye dayanan savaştan ötürü kimyasal silahlar vasıtasıyla hem bir gözdağı vermek, hem de Kürtlere haddini (!) bildirmekti. Nitekim Halepçe’nin İran’a sadece 15 km uzaklıkta olduğunu söylemiştim.
Bu elbette sıradan kaçabilecek bir yorum. Asıl mevzu ve buna sebebiyet veren(ler) ise, ancak daha geniş bir perspektifte görülebilir. O da 5.000 insanın ölmesine katliam sonrası kayıtsız kalmak için adeta direnen Batı’nın ve 20.yy başında kurduğu ayrımcı düzenin ta kendisidir. Batı, yıllar boyunca Kürt, Dürzi, Ermeni veya Sünni olarak beraber yaşamaya alışmış insanlara, çeşitli standartlar kapsamında ayrımcılık yaparak kurduğu saçma düzenle, büyük bir cinayet işlemiştir. Bu cinayetle, uzun yıllar devam eden beraber yaşama olgusu, gitgide öbürüne “hayat hakkı tanımamaya” dönüşmüştür.
Nihayetinde, Saddam’ın Halepçe’ye saldırmasının altında yatan, basit bir Irak tarihi okumasıyla keşfedilebilecek neden de budur; Arap Milliyetçiliğine dayalı Baas partisinin Kürtleri kendisinden görmeyip onlara “hayat hakkı tanımaması”. Üstelik bu zihniyetin yani Baas Partisinin, halen daha Suriye’de neler yaptığını gördüğümüzde, Halepçe’de olanlar üzerine belli bir idrake kavuşmak gayet mümkün. Çünkü Hafız, Beşar, Saddam veya herhangi bir zalim yönetici/diktatör, Batı’nın kurduğu saçma düzenin üzerine kurduğu muktedirliğini sürdürmesi adına çocukları bile kimyasal silahla öldürebilecek raddeye gelebilir. Halepçe’de olan da tam olarak, bu gözü dönmüşlüktür.
“Kimin Savaşı?” adlı kitabında Kerim Balcı, Saddam’la ilgili ilginç bir noktaya temas ediyor. Saddam’ın bu heybetli ve sert görünüşü kimi zaman birisi hakkında idam kararı ver(il)diğinde tamamen kaybolur ve yaşıtlarımızın çoğunun tanık olduğu bu diktatör, gözyaşlarını tutamazmış. Yine aynı gözyaşlarını acaba Halepçe’de bebeği kucağındayken ölen anne için dökmüş müdür, cevaplamak güç. Cevaplaması güç olan bir başka nokta da az önce “suçlu” gördüğüm Batı’nın bu hazin olay sonrası yine trajik şekilde suskun kalması.
Ancak benim bu açıklaması güç olaylara karşı büyük bir temennim var; o da zalimlerin, toplu katliamların olmadığı bir düzenin elbet bir gün geleceği. O gün geldiğinde, başka Halepçe’ler olmadan çocuklar kokusundan ölmeyecek elmaları, bu sefer mutlulukla yiyebilecekler.
Şivan Perwer’den Halepçe katliamıyla alakalı gelsin:
* Halepçe’de atılan sinir gazı, elmaya veya çürük soğana/sarımsağa benzer bir koku yayarak tesirini gösterir.
** Kendisine Kimyevi denmesinin sebebi, o gün ve daha öncesinde defalarca Kürtlere kimyasal saldırı düzenlendiğinde Saddam’dan bizzat emir almış olmasıydı.