Öncelikle mevzu hakkında konuşmaya, vicdani sesimizi duyurarak başlayalım: Kimsenin sınırlarımız ötesinde kan dökülmesini arzuladığı ve 3 senedir zaten kana boğulmuş bir ülkenin dışarıdan gelecek bir müdahaleye -hele ki bu müdahaleyi yapacak ülkeler tamamen yabancı, sınır komşuluğu bulunmayan ülkelerse- alkış tuttuğu yok. Peki bu durum, yapılacak müdahaleyi doğru okumamıza (doğru bulmamız değil, doğru okumamız dedim) engel midir? Kesinlikle hayır.
Bu müdahaleyi yapacak ülkelerin başında olan ABD’nin, Mısır’da olanlara karşı sessiz kalmayı tercih ederken Suriye’de kimyasal silahların ortaya çıkmasının hemen sonrasında kırmızı çizgilerini biraz inceltip, törpüleyip, bir saldırı planıyla gelmesi akıllara elbet şunu getiriyor: Amaç, İsrail’e karşı bir tehlikenin olduğunu görüp, Esad’ı tamamen yok etmeyecek şekilde yıpratmak ve kimyasal silahın bir daha kullanmasını engellemek.
Esad’ın yok edilmesi elbette ABD’nin -şimdilik- istemeyeceği bir şey. Nedeni ise gayet ortada; Suriye’de El Nusra gibi bazı İslami kökenli terör örgütlerinin oluşacak bir yönetim boşluğunu gayet hızlı şekilde dolduracak ve İsrail’e bir başka tehdit oluşturacak olması. Haliyle bu durum, ABD’yi büyük çaplı kara harekatından uzak tutan büyük bir etken. Obama döneminde askeri anlamda yapılan hataların artık tekrarlanmamak istenmesi (Irak ve Afganistan örneği) de, askeri anlamda yapılan harcamaların kısıtlamaya yönelik politikalardan da anlaşılacağı üzere, ABD’nin büyük çaplı kalıcı bir işgal planını masada tutmadığının belirtisi.
Bu müdahalenin 3 günü kapsaması, saldırı yapılacak yerlere tamamen füzelerin kullanılacak olması ve saldırı yerlerinin de sivil halkın yaşadığı yerler değil de askeri tesislerin bulunduğu yerler olması bizlere “yanıbaşımızda savaşı getirdiler, bu nasıl bir dış politikadır böyle?!” diye veya “işte Irak’ta olanların aynısı, Suriye yeni bir Irak olacak..!!” diye şikayet etmenin dozunu kaçırıp yaygaraya dönüştürmeye çabalayanların şu an mevzuya pek hakim olamadıklarını gösteriyor.
Üstelik Türkiye’nin bu müdahaleye dahil olması da -destek kuvvet açısından- pek mümkün değil. Zaten BM Güvenlik Konseyinde olan “açmazı” umursamayıp müdahaleyi meşru gören bir ABD ve İngiltere, ortada mevcut. Hatta operasyonun dar kapsamlı olması ve Türkiye haricinde ABD’nin Orta Doğu’da bu füze saldırısı için kullanacağı bir çok askeri üssünün bulunuyor olması Türkiye’yi iyice saf dışına çıkartabilecek başka bir sebep. Ancak bu senaryonun tam tersi şekilde sonuçlanabileceğini de hatırlatalım zira, Türkiye’nin Suriye meselesinde oynamak istediği rol, müdahaleyi yapacak ülkelerin “gülü seven dikenine katlanır” hesabı Ankara’ya, üslerin kullanılması yönünde bir direktifine de sebep olabilir. Bununsa, Meclis’te büyük tartışmalara yol açacağı aşikar.
Bir de ironik bir durumu hatırlatalım: 1 Mart Tezkeresinde Türkiye henüz dış politikada aktif değilken ve Amerika’nın “pre-emptive war” çılgınlığının son raddelerini gördüğü dönemde Irak savaşının bir anda kaderini belirleyebilecek ülkelerden biri olmuştu. Şimdi ise, Orta Doğu’da lider ülke olmaya çabalayan ve nispeten bataklığa girmek istemeyecek kadar akıllanmış ABD ve Batılı güçler arasında sesini gür çıkarmaya çabalayan bir ülke olmasına rağmen muhtemelen istediğini alamayacak bir Türkiye bizleri bekliyor.
Kısacası, bu müdahaleyi kimsenin desteklediği veya alkış tuttuğu -hele ki Mısır’da oynanan o “üç maymunluk”tan sonra- yok. Gönül isterdi ki Suriye’nin başındakiler, halkının sözünü dinlesin ve kimsenin daha fazla kanı akmadan bir uzlaşı sağlansın; bu sayede hiç bir yabancı gücün müdahalesine Suriye gibi kadim geleneklere ev sahipliği yapmış topraklar, maruz kalmasın. Ancak durum maalesef bu noktaya geldi. Esad’ın bu müdahale sonrası yoğun güç kaybına uğraması kaçınılmaz ve bu müdahale her ne kadar istenmiyor olsa da, düşük bir ihtimal dahilinde, akan kanı durdurma yönünde bir adım olabilir. Zira Suriye’de muhalefeti kanla yapmaya çabalayan teröristler muhalefetin adını kirletiyor diye Esad’ın yaptığı zulmü görmemek akılsızlık olur.