“Bugüne kadar bölgede olan gelişmeler tahammül sınırlarını zorlamaya başladı. İran bölgeyi kendine domine etmenin gayreti içerisinde. Buna müsaade edilebilir mi? İran’ın yaptığı bizi rahatsız etmiştir. İran’ın bunu görmesi lazım. Irak’a bakın. Bir taraftan DEAŞ’la uğraşılıyor, diğer bir taraftan İran’ın oraya gönderdiği Devrim Muhafızlarıyla. İran’ın Yemen’den, Suriye’den ve Irak’tan artık oralarda hangi güçleri varsa onları çekmesi lazım. Bu ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı göstermesi lazım.” Recep Tayyip Erdoğan
Suudi Arabistan ve bölgedeki müttefikleri 25 Mart Çarşamba akşamı Yemen’e yönelik askeri operasyon başlattı. Operasyonda İran destekli Şii Husilerin denetimindeki başkent Sana havadan bombalanırken, Suudi Arabistan’a müttefikleri olarak Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Sudan, Fas, Mısır ve Ürdün askeri destek veriyor. ABD lojistik destekte bulunurken, Türkiye, İngiltere, Fransa, Belçika gibi ülkeler de siyasi anlamda operasyona desteğini açıkladı.
İran Dışişleri Bakanlığı, Suudi Arabistan’ın Yemen’e yönelik hava operasyonunu “uluslararası hukuka ve ulusal egemenlik haklarına aykırı, tehlikeli bir hamle. Saldırılar derhal durdurulmalı” açıklamasıyla kınarken İran Dışişleri Sözcüsü Marziye Efkam, “askeri müdahalenin durumu daha da karmaşıklaştıracağını, krizi bölgeye yayacağını ve Yemen’deki iç farklılıkların barışçıl yolla çözülmesi fırsatının kaybedileceğini” söyledi. Bu açıklamaya paralel olarak Rusya, Çin, Irak ve Suriye desteklerini dile getirdi.
“Kararlılık Fırtınası” ( عملية عاصفة الحزم) adı verilen operasyonda şu ana kadar 3 koalisyon uçağı düşürülürken, 39’u sivil 80 kadar kişi hayatını kaybetti. Operasyonun kara harekatına dönüşüp dönüşmeyeceği ise bir merak konusu.
Operasyon Neden Gerçekleşti?
Koalisyon lideri olan Suudi Arabistan’ın, operasyonu bölgedeki nüfuzunu kaybetmemek adına yaptığı açık. Beyrut, Bağdat ve Şam’dan sonra dördüncü Arap ülkesi başkenti olan Sana’yı etkisi altına alarak Şia’nın bir kolu olan Zeydilere mensup Husilere alenen destek verdiğini çekinmeden ifade eden İran’ın Körfez’de Suudi Arabistan sınırına dayanması, bölgede Suudi Arabistan adına Kral Abdullah zamanında yapılan stratejik hataların faturasını ortaya çıkarmış oldu.
Devrik lider Ali Abdullah Salih’in 2012’de koltuğu bırakmasından sonra siyasi süreçlere daha fazla katılım talep eden Husiler gittikçe güçlenip Ocak 2015’te başkanlık sarayına girmiş ve Yemen parlamentosunu dağıtmıştı. Yemen’de oldukça güçlü olan El Kaide’nin güçlenmemesini ve Husilerle devamlı çatışma altında olup iki tarafın da zayıflamasını hedefleyen Suudi Arabistan, bunun önünü alamamıştı. Husilerin darbesinin ardından ev hapsinde tutulan Salih’in halefi olan Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi, darbeden bir süre sonra Aden’e geçerek ülkenin halen meşru lideri olduğunu duyurmuştu. Husilerin Sana ve Taiz’den sonra Aden’e yönelmesiyle beraber Suudi Arabistan, böylece bıçağın kemiğe dayandığını gösterircesine saldırıyı başlatmış oldu.
Her ne kadar bu durum, bir Sünni-Şii mezhep savaşının artık bölgede somuta dönüştüğü yönünde bir algı yaratsa da, Suriye’de, Irak’ta ve Lübnan’da yıllardır süren mücadeleler düşünüldüğünde Yemen’de olanlar, zaten var olan bir savaşın sadece bir başka tarafa –şüphesiz Körfez gibi kritik bir yere- sıçradığının teyidi oldu.
Bunun yanında, Suudi Arabistan’da Kral Selman’ın tahta geçmesiyle dış politikada bir eksen kaymasının olduğu bir kez daha görüldü. Abdullah zamanında El Kaide’nin güçlenmemesi adına Yemen’de Husilerin ilerleyişine göz yumulmuşken, şimdi yine Husilerle mücadele etmek adına daha fazla güçlenmeye ihtiyacı olan El Kaide’nin bu amacına ulaşmaması adına da saldırılar gerçekleştiriliyor. Kısacası, bir önceki kralda geçerli olan “birbirlerini yesinler” mantığı, şimdi yerini “bir taşta iki kuşu vurmaya” evrildi. Charlie Hebdo saldırısından tutun, IŞİD’le kurmuş oldukları yakınlığa kadar oldukça aktif hareket eden Yemen El Kaidesinin (Arap Yarımadası El Kaidesi) varlığını ülke denkleminde asla unutmamak gerekiyor.
Saldırılar Doğrultusunda Bölgenin Geleceği
Her ne kadar İran’dan alenen destek aldığı bilinse de Husilerin, İran’la arası sanıldığı kadar “iyi” devam etmeyebilir. İtikadi anlamda da yüzde yüz İran’la uyuşmayan Husiler, hem sayıca az olmaları hem de stratejik anlamda yaptığı hatalar itibariyle (Taiz’i ele geçirmelerinin akabinde) zaten yaptırımlardan ötürü beli bükülmüş İran’dan ekonomik anlamda uzun süreli bir destek bulamayabilir. Bu bağlamda, İran’ın şu sıralar Batı ülkeleriyle yürütmüş olduğu nükleer müzakerelerin de ayrı bir önemi var.
Ancak ekonomik destekten ayrı olarak, bölgede insan toplama ve mobilize etme konusunda büyük bir gücü olan İran’ın, operasyonun uzaması durumunda yine bu gücünü kullanacağı beklenebilir. Gerek Bahreyn’deki Şii nüfus, gerek Suudi Arabistan’ın doğusundaki Şii azınlık, İran’ın bu bölgelere yoğunlaşmasına ve buraları hareketlendirmesine yol açabilir. Suriye ve Irak’ta olan biteni neredeyse tamamen kontrol eden ve gücüyle bölgede artık mitolojik bir karaktere dönüşmüş olan Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin, Yemen’e veya bölgede Şii nüfusun olduğu herhangi bir yere “el atmayacağının” garantisi yok.
Son Söz Niyetine
Operasyon gerçekleşmeden hemen önce Türkiye’nin Suudi Arabistan tarafından bilgilendirilmesi ve Erdoğan’ın, Kral Selman’la ve ABD Başkanı Barack Obama’yla operasyon hakkında görüşmesi bölgede bazıları tarafından şimdiden “yalnızlığa” mahkum edilmiş Türkiye’nin halen daha sandıkları kadar etkisiz olmadığını gösteriyor. Erdoğan’ın İran ziyaretinden hemen önce oldukça cesur şekilde İran’ı kınayan açıklamasının Arap sokaklarında olumlu yankılar bulduğu da gelen haberler arasında.
Bunun yanında, Suriye’de 4 yıl boyunca devam eden katliamların sorumluları olarak Rusya ve İran’ın, Yemen’deki güç mücadelesinde kaybetmemek adına barış güvercinliğine soyunmasını ve Husilerin Sünni halka yaptığı zulmü unutturmak istemesini, tarihin ilginç bir nüshası olarak hafızalarda yer edeceğini de bilmek gerekiyor.