Şu sıralar bütün dünyanın gözü kapitalizmin kalbi olarak görülen özerk bir ada ülkesine çevrilmiş durumda: Hong Kong.
Her ne kadar Türk medyası adeta ateş hattına dönen Irak ve Suriye sınırlarına odaklanmış olsa da, özellikle Amerika ve Batı’nın gözü Hong Kong’taki demokrasi yanlısı protestolarda. Yaklaşık üç haftadır devam eden eylemlerin sebepleri ve kim ya da kimler tarafından gerçekleştirildiği iddiaları ise bir hayli karmaşık.
Hong Kong’la ilgili çok fazla bilgisi olmayanlar için, ülkenin siyasi ve ekonomik yapısına dair kısa bir bilgilendirme yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Sonrasındaysa bugün Hong Kong’ta olanları bizlerin bulunduğu Avrupa-merkezli (Euro-centric) perspektiften, biraz da Asya’ya odaklayarak anlamaya çalışabiliriz.
Hong Kong’un Yakın Geçmişi
Hong Kong 1842’den 1997 yılına kadar İngilizlerin idaresi altındaydı (II. Dünya Savaşı’nda Hong Kong’un yönetimi Japonya’nın eline geçti ancak 1945’te yeniden İngiltere’ye verildi). 1997 yılında ise İngiltere, anlaşmaları doğrultusunda Hong Kong’un yönetimini yeniden Çin Halk Cumhuriyeti’ne (ÇHC) devretti. Bu tarihten itibaren Hong Kong’un statüsü de ÇHC’ye bağlı özerk bölge olarak belirlendi ve “bir ülke iki sistem” anlayışıyla yönetilmeye başladı.
1949’da Çin Komünist Devrimi’ne tepki gösterip kendi özel yönetimini koruyan Hong Kong, Çinli sermaye sahiplerinin yeni yuvası oldu. Çinli işadamları sayesinde, Hong Kong zamanla ekonomik yönde büyük atılımlar yaptı ve bugün artık endüstriyel kapitalizmin merkezi haline geldi.
Ülkenin yönetimini ise, Pekin hükümetine yakın olanların çoğunlukta olduğu 1200 kişilik bir grubun belirlemesine karar verildi. Ayrıca Çin halkının sahip olduğu hakların aksine, yargı bağımsız kalacak, halkın gösteri ve yürüyüş hakkı ellerinde olacak ve ekonomik işleyişten Hong Kong yönetimi sorumlu olacaktı.
Tüm bunların yanında ÇHC 2008 yılında yaptığı bir açıklamayla demokrasinin sınırlarını genişletebileceklerinin sinyallerini vermişti: 2017 yılında, Hong Kong vatandaşları doğrudan seçime giderek kendi yöneticilerini kendileri seçebileceklerdi.
İşte her şey tam olarak bu vaatten dolayı olmuştu: ÇHC, 2017 seçimlerinde adayların, Pekin yanlısı bir komite tarafından onaylanması gerektiğini açıkladı. Bu da Batı medyasında “demokrasi yanlıları” olarak anılan grubun tepkisini çekti ve binlerce kişinin sokaklara dökülmesine sebep oldu.
Kimdir bu “demokrasi yanlıları”?
Sloganları “Occupy Central – with peace and love” (Merkezi İşgal Et – sevgi ve barış ile) olan eylemcilerin sadece üniversite öğrencileri olduğuna dair bir imaj yaratılsa da, her yaş ve kesimden vatandaşların başlattığı bir eylem olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Zira Merkezi İşgal Et Hareketi’nin liderleri arasında akademisyenler ve din adamları da mevcut. Önceki yıllarda daha barışçıl geçen eylemler, protestocuların isteklerinin dikkate alınmaması ve diyalog taleplerinin göz ardı edilmesiyle daha da büyüdü ve dış basının da ilgi odağı haline geldi.
Eylemin yüzlerinden biri olan 17 yaşındaki lise öğrencisi Joshua Wong’un gözaltına alınması, eylemcilere biber gazı sıkılması ve hükümetin eylemcilerin diyalog taleplerine tepkisiz kalması da, kitlelerin hükümet binalarına kadar girmesine sebep olan gerginliği tırmandırdı denebilir.
Her ne kadar son on gündür eylemci sayısında azalma gözlemlense de, silahsız bir eylemcinin sivil bir polis tarafından darp edilmesinin görüntüleri televizyonlarda yayınlanınca, eylemciler öfkelendi ve yeniden sokaklara döküldü. Bu müdahaleyle beraber, eylemcilere destek verenlerin sayısında artış olduğu da gözlemlendi.
Eylem Karşıtları
Eylemlere karşı olan bir diğer kesimi de unutmamak gerekir. Elbette, eyleme karşı olanlar sadece Çinli sermaye sahipleri denemez. Eylemlerin ülke ekonomisine ve ticaret akışına zarar vereceğini düşünen kesim de karşı eylemlerini yapmış durumda. Üstelik “Hong Kong İçin Sessiz Çoğunluk” sloganı altında toplanan bu kesim, en az Merkezi İşgal Et Hareketi kadar kalabalık.
Merkezi İşgal Et Hareketi’ne karşı hareketi başlatan bu “Sessiz Çoğunluk” grubu da kendi argümanlarını medya aracılığıyla duyurmaya çalışıyor. Göstericilere ülkeyi kaosa sürüklemek için para ödendiğini iddia ediyorlar. Sebebininse, iş dünyasına Hong Kong’un ticaret yapmak için güvenli bir yer olmadığını göstermek ve ekonomiyi zarara uğratmak olduğunu ifade ediyorlar.
İşte tam da bu noktada akıllara bir soru geliyor: Bu eylemler gerçekten de demokrasi-yanlılarının gerçekleştirdiği eylemler mi yoksa Batı’nın emperyalist temayüllerinin bir sonucu mu?
Bu noktada uzak durmak istediğim iki farklı perspektif var.
İlki, demokrasi yanlısı eylem yapılan bu ülkelerde, çatışma ve uyuşmazlıktan zevk almalarına rağmen “şakşakçılık” yaparak “Yaşasın demokrasi, özgürlükler ve tam bağımsızlık!” nidalarıyla bu çatışmaları körüklemeye çalışanların oluşturduğu bir perspektif.
İkincisi ise; eğer ki bu eylemler gerçekten de demokrasi yanlısı ve özgürlüklerin peşinde koşan bir eylemler bütünüyse, eylemleri “dış mihrakların oyunu” olarak algılayarak protestoları basite indirgeyen bir perspektiftir.
Yazımın başında da belirttim gibi Avrupa merkezli bakış açısından kurtulup görmek gerekiyor Hong Kong’u. Devletlerin diğer devletlerle olan ilişkilerine, medyanın yönlendirmesine ve bulunduğumuz bölgelerin merkezi düşünce yapısına paralel bir yaklaşım sergilemekten uzak durmak önem kazanıyor.
Bu noktada, Hong Kong’taki bu eylemlerin, üzülerek söylüyorum, tam anlamıyla özgürlüklerin peşinde olamayacağına inanıyorum. Sokaklara dökülen halkın özgürlük ve demokrasi adına orada olduklarına inanıyorum ancak David Cameron’un, İngiltere’nin Hong Kong’un haklarını savunması gerektiği yönündeki açıklamasından sonra bu eylemlerin geleceğine dair duyduğum şüpheler gittikçe artıyor.
Bu sebeplerle yazımı “Yaşasın demokrasi yanlısı güzel insanlar!” olarak bitirmek istemiyorum. Hong Kong halkının haklarını ve özgürlüklerini ,“şakşakçılara” aldırış etmeksizin, yine kendi özgürlükleriyle kazanabilmelerini diliyorum.