İdeolojilerin tarih boyunca ki mahvedici etkileri, onun bendeki yıkıcı tanımını güçlendiriyor. Karl Popper, Hannah Arendt gibi, ikinci dünya savaşının en ağır etkilerini bizzat deneyimlemiş düşünürler ideolojileri çok karamsar bir bakış açısı ile ele alıyorlar. Bir Hitler, bir Stalin örneği ile alenen karşı karşıya kaldıkları için vaktinde, ideolojileri totaliter diktatörlüklerin sert izlerini taşır bir şekilde tanımlıyorlar. Bu bağlamda bu düşünürlerin de katılabileceği bir ideoloji tanımı ortaya çıkıyor. İdeoloji, hakikat tek eli iddiasıyla farklı görüş ve inançlara hoşgörüyü reddeden kapalı bir düşünce sistemidir.
Bence bu gerçekliği oldukça acımasız olan bir tanım. Aslında bu kadar kötü bir kavram olmayabilir ideoloji ancak onun hafifsenmeyecek bir güç ile gebe olduğu bağnazlık, onu oldukça tehlikeli, oldukça yıpratıcı, oldukça yıkıcı bir bağlama sokuyor. Taha Akyol, biz gençlere anılarından ve bu anılardan yola çıkarak verdiği öğütlerinden müteşekkil Hayat Yolunda kitabında bu konu hakkında çok endişeli bir şekilde öğütler veriyor. Kendisinin de içinde bulunduğu bir kuşağın ideolojik bağnazlıklarla, ideoloji büyüsü ile mahvolduğunu, onlarca gencin bir hiç uğruna yaşamlarını yitirdiğini, ucuz entelektüel kahramanlık hikayeleriyle kandırıldıklarını vurguluyor.
İdeoloji bize her şeye cevabının olduğu ve bu cevabın hakikat olduğu iddiasıyla kesin bir inanç sunuyor en başta. Bu kesin inanç psikolojik ve zihinsel bir bağımlılık yaratıyor ve kişilik silinerek insanlar robotlaştırılıyor. Eric Hoffer bu hususla alakalı şöyle diyor:
Akla gelecek bütün soruların cevabı hazırdır, bütün kararlar verilmiştir ve bütün ihtimaller önceden öngörülmüştür. Kesin inançlı kişi şaşırmaz, tereddüt etmez. Onun şaşırmaz doktrini, dünyanın bütün problemlerinin çözüm yolunu bilir.
Bu bağnazlığın en üst noktasıdır ve her türlü hoşgörüyü kökünden reddededen karanlık bir dünyanın tanımıdır bana göre. Hiçbir düşünce sistemi her soruya cevap verecek nitelikte olamaz, bu durumda insanın şahsiliği devre dışı bırakılır. Örneğin, Kur’an açıklamadığı hususlarla alakalı inananları serbest bırakmış, onlara temel ilkeleri verip geriye kalan hayatlarında, kendi düşünceleri, kültürleri, algılayışları ile şekillenen münhasır bir yaşam öngörmüştür. İdeolojik bir bağnazlık bu aydınlık yaşamı şiddetle reddeder, bir topluluk, bir dava, bir ülkü uğruna insani değerlerin yok oluşu amacını güder.
İnsanları bir cemiyetin içinde belirli hedefler uğruna uyuşturarak onların şahsiliğini eriten, onları birer mankurt haline getiren her türlü yaklaşımın ideolojik bir yönü vardır. Bir kavramın ideoloji olabilmesi için ‘izm’ ile bitmesine önemli bir manifestosuna, ciddi yazınlarına ihtiyaç yoktur yani. Bu açıdan bakınca, ideolojiler çağının bittiğini değil de etrafımızın ideolojilerle örülü olduğunu görebiliriz.
mert cömert
sn .yazara katılıyorum özellikle son cümlesiyle yaşadığımız çağın kanayan yarasına parmak basmış gibi olmuş. ideolojilere gerçekten şaşırmamak elde değil şöyle bir genel kabul var ki hiç bir insan ilmin sonuna nokta koymuş değil. haliyle insan flozofta olsa yine yığınlarca eksiklikten hali değildir.dolayısıyla bir beyinden çıkan bir fikir bir ideoloji nasıl bir kısım beyne tam bir kılavuz olur anlamak kabil değil.