İdeolojinin Pençesinde Din

İnsanların ilahi ve aşkın olarak addettiklerine ideolojik değerler vermeleri ne kadar ulvî amaçlar taşıyor gözükürse gözüksün, onları doğrudan ya da dolaylı olarak yozlaştırmaları, ana bağlamından koparmaları manasına gelir. Din, nereden bakılırsa bakılsın, ideoloji-üstü bir kurumdur; bu özelliğini yoğun metafiziğinden, dünyaya dair değersiz atıftan ve âhire, sonraya yani dünyanın ötesine duyulan güçlü özlemden, kavuşulacak sonsuz bir ödülün motivasyonundan alır. Yani sekülaritenin karşısına aşkın olanı koyarak onun ötesine geçer. İdeolojinin din ile harmanlandığı her türlü yaklaşım ise dinin bu üst konumuna halel getirmeye meyyaldir; metafizik gerilim, dünyanın geçiciliğine dair temel inanç, yerini siyasî çıkarların peşinde dünya muhabbeti ile menfaat sularında kararlı kararlı gezinmeye bırakır. Din artık, siyasi-ideolojik “dava”nın hayat bulması için gereken koşulların sağlanmasına ne gibi bir fayda sağlayacağına, nasıl bir araç olarak kullanılacağına göre değerlendirilir. Dinin sağladığı güçlü ruhsal itkiler politik hedefe giden yolda düşüncesizce suistimal edilir; din ideolojileştirilerek basite indirgenir ve manevi dünyası inananlar tarafından bilinçsiz bir saldırıya maruz kalarak bozulmaya yüz tutar; nihayetinde araçsallaşır.

İdeolojiler savundukları hakikat tek eli iddiasını din ile aşkın bir zemine çekerek kitleler üzerinde etkili olmaya çalışırlar.

Siyasetin “gücün yozlaştırıcı olduğu” şeklinde en az fizik kuralları kadar kesin ve doğanın içinden bir kanunu vardır. Güç, iktidar, yetki sorumsuz bilinçlerin elinde bambaşka bir hâl alır, apaçık gerçekleri örtecek kadar sarhoşlaştırıcı bir tesir bırakır. Dini araçsallaştırıp, ideolojik saiklerle güce ulaşma yolunda onu yozlaştıran ve bunu aşkın bir fiil yaptığını farz ederek gerçekleştiren o inanmış kişi (true believer), kendisini gücün yozlaştırıcı etkisinden münezzeh bir konumda görür. O, çünkü, hakikatin sadık bir takipçisidir, onu yozlaşmaktan koruyacak dini-aşkın-metafizik pek çok silahı vardır ve o bu silahları siyasi macerasında meşrulaştırıcı bir görev görecek hale dönüştürür. Sadakatini “ideolojik olma” konusunda da sürdürür ve tek elindeki doğruyu, kendisini onaylasın onaylamasın bütün bir topluma “dayatmak” üzere hareket eder.

Hegel pek tartışmaya açık bir şekilde, dindar insanın bölünmüş bir bilince sahip olmasını gerekçe göstererek mutlak bir mutsuzluğa mahkûm olduğunu söyler. Ona göre dindar insan, Empirik Ben ile Aşkın Ben şeklinde tezahür eden bilinç bölünmüşlüğünün sebep olduğu çatışmadan ötürü dünyada asla doyum bulamaz ve mutsuzdur. Empirik Ben’imize atfettiğimiz  belirleyiciliğin Aşkın Ben’e oranla çok çok düşük olacağını ve aşkın bilincimizin bize sağladığı ilkelerle barış içinde yaşamanın bahsi geçen “mutlak” mutsuzluğa bir çare mahiyetinde olacağını söyleyerek Hegel’e karşı çıkmak mümkündür. Fakat dünyayı siyasi bir pencereden menfaat toprağı olarak addeden ve bunu dinsel motivasyonuyla güçlendiren mü’min, Hegel’e karşı çıkabilecek durumda değildir. O Hegel’i zararlı bir biçimde haklı çıkarır; empirik benliği aşkın benliğine neredeyse mutlak bir hakimiyet kurmuştur, ideolojisinin ona dürtülediği onlarca politik hedefle dünyaya sarılmış, âhiri düşünmez hale gelmiştir. Mutsuzdur, bilincini siyasetin, gücün çekiciliğiyle asla birleşemeyecek şekilde bölmüştür. Dahası, bu bölünmüşlükle gelen mutsuzluk, onun elinde bütün topluma yansıtılmaya çalışılır, siyasete yönelmiş dünyacı ideolojisi insanlar üstünde iddia ettiği tasarruf hakkı ile bütün bir toplumda tahakküm iştiyakı taşır. Farkında olmadan içinde bulunduğu, mahkûm olduğu çatışma, onun inandığı değerlere inansın inanmasın herkesin maruz bırakıldığı bir bağlama sokulur.

Başta bahsettiğim metafizik gerilim ve âhire duyulan iman-özlem-bekleyiş, o hayat enerjisi, ideolojisini dini ile güçlendirmeye çalışan inanmış tarafından ciddi bir müdahale alanı olarak görülür. Ne kadar dünyevi bir noktadan başlasa da işe, ilgi alanı onunla sınırlı değildir. O, kendisi gibi düşünmeyen, kendisini onaylamayan ama aynen kendisi gibi bir aşkınlığa iman edip âhiri bekleyen binlerce insanın bu bekleyişinin beyhude olduğunu iddia etmekten çekinmez. Yaşıyor olduğunuz, ölecek olacağınız empirik dünyanın hakkı değildir onun derdi yalnızca, o bu dünyaya dair ideolojik hedefleri ile sizin din alanınızın da, yaşayacak olacağınıza inandığınız, hazırlıklar yapıp varlığına duyduğunuz imanla hayat motivasyonu edindiğiniz ahiretinizin hakkıyla da ilgilenir. Öyle yozlaşmıştır ki artık, müthiş bir yabancılaşma örneği göstererek siyasî idealin, en aşkın olana, ebedi hayata baskın olabileceğini düşünür ve bunu dayatır.

Din ile ideoloji arasında kurulmaya çalışılan pragmatist ilişki her iki tarafın dünyası için de (Empirik ve Aşkın) bozucu ve yozlaştırıcı bir niteliğe sahiptir. Tam da Hegel’in bahsettiği mutlak mutsuzluğa düçar olma noktasında muazzam bir rol üstlenir. Sadece modern dünyada değil bütün tarih boyunca araçsal aklın işlediği en acımasız günah belki de budur; onlarca medeniyetin “medeniyet” vasfını kaybetmesine, siyaseti ideolojik bir perspektiften hayatta mutlak belirleyici bir konuma koyarak “kötü” insanların üretilmesine sebep olmuş, dünyayı tahrip etmiştir.

Leave a Reply