Peki kim gidecek bu Lozan denen yere?
Yusuf Kemal Bey mi? Yok Paşa kesin Rauf Bey’i yollar. Zannetmem, iyi bir diplomat değildir kendisi.
(İsmet Paşa geldi.) Hazırlanın gidiyoruz.
Mudanya Bırakışmasının mimarı olarak görülür kendisi. Hem de Kemalist bir elit. Protokol bilir. Sağlam duruşlu, genç bir asker. Ama dış politikanın kıldan ince kılıçtan keskin bir köprünün üzerinde seyrettiği bu günlerde önemli olan bu mudur? Belki evet, belki hayır. Asıl mevzu: liyakat. Tanıdık bir kavram. Günümüz siyasetinin ve siyasi partilerin belirleyici kriteri olan bir mevzudan bahsediyoruz.
2 Kasım’da Büyük Millet Meclisi kararıyla İnönü’yü baş delege, Dr. Rıza Nur’u ve Hasan Saka da delegeler olarak atanıyor. Toplamda 33 kişi gidecekler Lozan’a. Curzon gibi bir Ortadoğu kurdunun karşısına çıkacaklar. Peki elde ne var?
Yapılan araştırmalar Türk heyetinin çok tecrübesiz olduğunu, hazırlıksız ve alelacele bir şekilde yollara düştüğünü belirtir. Haklılık payı elbette vardır. Peki masada elde edilen kazançlar, yalnızca askeri dehanın getirdiği kabiliyetin ürünü müdür? Tabi ki hayır.
Resmi tarih yazımının arka raflara ittiği bir belgenin ışığında yürümüştür İnönü. Sevr Antlaşması’na Osmanlı Hariciyesi’nin Yanıtı olarak bilinen ve orijinali Fransızca olan bu metin, Sevr’i imzalayarak vatan topraklarını sattığı söylenen hükumetin aksine, Hariciyenin gösterdiği dik duruşu sergiler. Der ki;
“Eğer müttefik devletler Türkiye’nin varlığını sürdürmesi düşüncesinde iseler, ona özgürlük ve sorumluluğunu ortaya koyarak yaşamak ve ödevlerini yerine getirmek olanağını tanımak zorundadırlar. Ya da eğer müttefik devletler Türkiye’nin ortadan kalkmasını istiyorlarsa verdikleri mahkûmiyet hükmünü, savunmasını bile dinlemedikleri mahkûma hiç sormadan kendileri infaz etmeli ve ondan bu hükme imza koymasını ve hükmü uygulamak için işbirliği istememelidirler.”
İnsan hakları makaleleri, Amerikan Başkanı Wilson’un konuşmaları gibi sağlam dayanakları olan bu metin, dış politikadaki duruşumuzu ortaya koymuş; Baskın Oran’ın da belirttiği gibi Lozan’ın Öncülü olmuştur. İsmet Paşa bu metnin omuzlarında yükselmiş, Lozan’daki masayı kayıplardan kurtarmasını bilmiştir.
Lozan’a hazırlandığımız bu süreçte dış politikamızı şekillendiren iki durum bulunmakta. İlkini çatışan talepler olarak nitelendirmek yerinde olacaktır. Çatışan İstanbul talebi. İstanbul’daki müttefik kuvvetlerin ülkeden ayrılmasını talep etmemiz bizim ulusal egemenlik hakkımız olarak; müttefiklerin terk etmemesi de Lozan’da kullanacakları bir koz olarak bulunmaktadır. İtalyan Başbakan Mussolini tehditler savurmakta. Basın, kazanılmış olan hakka rağmen kaosa kimsenin tolerans göstermeyeceğini yazıyor. 11 Kasım tarihli New York Times Gazetesi de Türklerin Yunanları mağlup ederek dünyayı mağlup ettiklerini zannettiği yönünde bir haber basıyor, algı operasyonu dört koldan yürütülmeye başlanıyor. Bu operasyonun ikinci ayağıysa, müttefiklerin Lozan öncesi görüşmesini içeriyor, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türkler ve Avrupa nazarında ülkesini küçük düşürmemek için önceden anlaşma yapılmasını elzem görüyordu. Devir teraziye denge getirme değil, Türkleri yukarıda bırakma devriydi. Mussolini’nin de belirttiği gibi;
“Tüm dünya dengesizlik ve huzursuzluk içerisindedir. Almanya, Rusya ve Türkiye kombinasyonu tehlikelidir ve huzursuzluğu daha da artırmaktadır. Sürekli denge sağlamak, gelecek on veya yirmi yıl zarfında Britanya, Fransa, İtalya ve Belçika arasında en etkin anlaşma ve işbirliğine dayanır. Bu güçler gerçekten birleşirse, huzursuzluk yaratmaya çalışanlara karşı sağlam bir blok oluşturabilirler.”
Bu esnada Batı çalkalanmaktadır. Lozan öncesi ittifaklar, masada kazanmanın kolay ve stratejik yolu olduğundan Türkiye dışındaki blokta gayri-i resmi anlaşmalar oluşmaya başlamıştır. Curzon Türkiye’ye yakın olduğu bilinen Poincare’e, İstanbul’da yalnız bırakılma tehditi savuruyor, masadaki ağız birliği için son kozlarını oynuyordu. Bu noktada faşizmin engeline takılmadıklarını söylersek yalan olur. Mussolini bu esnada İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yazılar yolluyor, müttefik askerlerin İstanbul’dan çekilmesini istiyordu. Sebebiyse Lozan’da İstanbul’dan kendilerine yönelik oluşabilecek tehditler. Onun gibi bir lider bu tarz konularda arkasını pek boş bırakmak istemiyor haliyle. Tabi o esnada Roma’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Ronald Graham diyecek söz bulamıyor İtalyanlar hakkında: “Çocukca ve sinir bozucu davranıyorlar.” Diğer engelse -yukarıdaki açıklamaların sahibi- Fransızlardı. Konzervatif lider Poincare hükumetine denge unsuru oluşturmak için Almanya’nın gelişimine önem veren Britanya, Poincare hükumetiyle danışıklı bir dövüş içerisindedir. Bu sebeple İngilizler, Poincare’in Doğu bloğuyla ittifak arayışı ve Lozan’da Türkiye heyetine yandaş olma ihtimalinden korkmaktadır. Heyetimizin ittifak arayışındaki ilk rotalarından birisi de, bu yüzdendir ki Fransızlar olacaktır. 12 Kasım’da Lozan’a ulaşacak heyetimizin Lozan’da beklememesi adına, Fransızlar hemen Paris’e gelmeleri için davet yollayacaklar, Ankara Antlaşması’nın tüm gerekliliklerini uygulayacakları sözünü vereceklerdir.
Tabi söz heyetten açılmışken yarıda kesmek olmaz. Meclis, 14 madde hazırlar. Üç sayfalık bir metin. Sınırlardan adalara, Boğazlar meselesinden Osmanlı borçlarına kadar, tam bağımsızlık adına yapılması öncelikli 14 madde. Baktığımızda buna kâr sağlamak diyen de olabilir, çöküşe götürmek diyen de. Aslolan uluslar siyasasında “biz buradayız” demektir. Diplomatik tanınırlığını yeni elde etmiş bir ülke olarak, siyasal pragmatik amaçlarımıza ulaşabilmektir. Aksi halde, mahfuz tarihin insanlarımız üzerinde yarattığı algıyı temizleme fırsatı olmadan, yok oluş girdabına sürükleniş başlayacaktır.
Evet 14 madde. Ancak 12 madde, en alttaki 2 madde üzerine kurulmuş durumda. Eğer bu iki madde kabul edilmezse, meclise dahi danışmadan delegeler konferansı terk edecekler.
[box_light]
1-Doğu Sınırı: Ermeni yurdu söz konusu değildir
2-Kapitülasyonlar: Kabul edilemez
[/box_light]
Ankara bu iki maddede çok kararlı. Tam bağımsızlığın ancak iktisadi bağımsızlık üzerine inşa edileceğini bilen Gazi, bunu Lozan’ın merkezine koymuş durumda. Evet, uluslar arası bir arenaya, yalnızca 14 maddelik bir kaynakla çıkan heyetimizin bu konudaki yetersizliğine de vurgu yapmak şart. Savaş hali ve kıtlık, kaynakların kullanımına ve tam ve yeterli bürokrasiyi işletmeye engel. Yine de bu konuda Osmanlı’nın önemli bürokratlarından, diplomatlarından yardım alınmamış olması, kafalarda soru işareti bırakıyor. Mustafa Göleç’in “Ölen Osmanlılar – Yaşayan Türker” söylemi geliyor direk akıllara. Doğrudur, yanlıştır. Sizin takdirinizde.
Artık, sofra hazır. Kurtlar beklemede. Erken cumhuriyetin yükselişi 33 kişinin elleri arasında. Kozları neler? Hangi kartı ne zaman oynayacaklar? As’lara ulaşamazlarsa ne yapacaklar? Belki de bilmiyorlar. Bildikleri tek şey, emperyalist devletlere karşı istiklâl mücadelesini kazanmak. İsmet Paşa yalnız. Belli etmez ama. Cenk etmeye hazır duruyor. Hafif bir terlemesi var. Alnındaki ıslaklık, yüzündeki endişeyi daha çok ön plana çıkarmış. Yarın konferansın ilk günü.
Allah rahatlık versin!…
Devam edecek…