Bu ara sık sık gündeme gelen bir argüman var: “Hikayesi olmayan siyasetçi bu yarışa giremez.” Evet, doğru giremez çünkü bizim liderden anlayışımız mağdur edebiyatı yapabilen, güzel yalan konuşabilen hitabeti biraz sert olan bir çerçeve çiziyor. Bu ülkede siyaset hayatı için içerde yatmış, acı çekmiş, fakir bir aileden gelen insanlar siyasete uygun bulunuyor. Bu özelliklerle lider vasfı taşınabildiği söylenedursun ben hiçbir partide gerçek anlamda fikir üretebilen, insan ilişkileri iyi, bilgili, sürekli diğer partileri eleştirmek ve meydanları bir laf dalaşına dönüştürmekten bıkmadan halkla kucaklaşmaya çalışan ve politikanın milletten aldığı bir temsil gücü olduğunun farkında olan bir lider göremiyorum. Lider yoksunu bir ülkede yaşıyoruz.
Yazının diğer kısımlarında vereceğim örnekler için “ulusalcı” damgası yemekten de korkmuyorum zira kendi topraklarımdan çıkmış bir liderden örnekler vermek bile artık hoş karşılanmıyorsa, ulusalcıları anlamaya başlayacağım.
Prof. Dr. İlknur Güntürkün’ün araştırmalarından bir anı: İzmir kurtulmuştur, çok tatlı bir yorgunluktur bu. Atatürk ve silah arkadaşları Ankara’ya hareket edecekler. Trene binerek kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar Atatürk’ün yaveri. Yorgun ve bitkin bir şekilde kravatını yıkayan Atatürk açar kapıyı. Yaveri, “Ya paşam bu ne hal? Hiç uyumadınız herhalde, niye böylesiniz?” diye sorar. “Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık yaptım üşüdüm; ben de uyumadım kalktım.” der. Yaveri, “Aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik.” der. Atatürk “Geç fark ettim, hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat uyuması.” der. Bir diktatör bunları söyleyen. Evet yanlış duymadınız. Milletin refahını çok düşünen bir diktatör lider.
Bir hikaye daha. Atatürk Tahsin Coşkan’a, yani Atatürk’e en çok karşı çıkan kişiye, çorak bir arazi gösterir. Der ki, ziraat mühendislerini topla ve buraya neler ekebileceğimiz hakkında bana ayrıntılı bir rapor getir. Tahsin Coşkan o araziyle uğraşmanın gereksiz olduğunu söylese de paşayı ikna edemez ve mühendislere gider. Mühendisler de Tahsin Coşkan’ı onaylar ve o arazide bir şey yetişmeyeceğini yazar rapora. Atatürk raporu eline alır, sinirlenir ve rapora şunu yazar: “ Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edilmez”. Atatürk daha sonra köylüye danışır. Köylü, arazi biraz zorludur ama uğraşırsan ne ekersen verir, der. Sonuç, o topraklar ekilir ve köylünün dediği gibi ekileni verir.
Mühendisler “olmaz!” demesine rağmen işin ehline yani köylüye danışan, ananı da al git demeyen, ülkenin her karış toprağını seven ve ondan ümidini kesmeyen bir lider. Dünya daha çevre kelimesini kullanmazken ağaçlara asker selamı veren ve bir ağaç kesildiğinde şoförünün gözü önünde hüngür hüngür ağlayan bir lider. Şimdi ise kimisi ağaç katliamı yapıyor, kimisi bunu umursuyormuşçasına eleştirip karşı tarafın açığından yararlanmaya çalışıyor.
Dünyanın ilk kültür antropoloğu unvanını almış, ülkesini BM’ye davet ettirmiş; sinema senaryoları yazan, ilk müzeleri açtıran, sanata ve sanatçıya aşık, arkeoloji kazılarının daima başında duran hatta kendisi de araştırmalar yapan, bazı geometri terimlerinin isim babası, yurtta ve dünyada barış için çabalamış bir devlet adamı, bir başöğretmen…
Haritada çoğumuzun gösteremeyeceği bir yer olan Haiti’nin cumhurbaşkanının, 1996 yılında mezarına yazılması için hazırladığı vasiyetinden çıkan, “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin ithaf edildiği kişi…
Mal varlığını millete bağışlayan, yurtta sulh cihanda barış diyen, yerde duran Yunan bayrağını kaldırttırıp “Bayrak bir milletin şerefidir, asla ayaklar altına alınmamalıdır.” diyen bir lider. En önemlisi çok okuyan, bilen ve millet seven bir lider…
1916 yılında dünya daha kadının adını ağzına almazken, “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak.” diyen… Daima okuyan, okumakla da kalmayıp yazan bir lider… Hatta, “Ben Bir İnkılap Çocuğuyum” adlı sinema senaryosunun yazarı.
Beni çok duygulandıran ve yine Prof. Dr İlknur Güntürkün’ün Kalıpçı adlı eserinden bir örnek: Yıl 1938, bir İranlı şair Tahran gazetesine Atatürk’ün ölümü üzerine bir şiir yazar. O şiirin iki mısrası şöyle der, “Allah bir ülkeye yardım etmek isterse başına Mustafa Kemal gibi bir lider getirir.”
Meydanlarda en büyük düşmanları olan liderlerle asla böbürlenerek konuşmadan onlarda bile hayranlık uyandıran bir lider.
Günümüzde “ahlakı bozar” diye kitaplar yasaklanıyor. Çocuklar daha ilkokul sıralarında mahremiyet dersleri görüyor. Mahremiyeti öğreniyor, insan olmayı öğrenemiyor. Yaratıcılık desen yok. Tartışmak, sorgulamak zinhar yasak. Atatürk’ü sarı saç mavi gözden ibaret sanıyor. Milliyetçiliği eline Türk bayrağı alıp slogan atmak sanıyor. İlericiliği diğer gruplara cahil demek sanıyor. Sanıyor da sanıyor. Bir dünya liderinin, milletine aşık bir liderin yetiştiği bu topraklardan da artık ne lider çıkıyor ne kendine güvenen bireyler. Sonrası mı? Tartışıp duruyoruz, “boşalmak orucu bozar mı”, “kadına tokat atmak caiz midir” diye. Biz de bunları tartışaduralım birileri 1 trilyon ekliyor mal varlığına, bayrağımız çiğneniyor, başbakanımız ABD başkanının muaviniyle görüşüyor, halk açlıktan kırılıyor, işçiler öldürülüyor, rant uğruna tarihi köşkler yakılıyor…
Atatürk gelse de kurtarsa bizi demek ona ve onu seven bizlere hakarettir. Anlamak, öğrenmek ve uygulamak, kendi liderlerimizi yetiştirip siyasi ya da toplumsal alanda liderlik vasıflarını taşıyabilen, güçlü bireyler yetiştirmek ve ülkedeki bu depresyon havasını dağıtmak çok yakışır ülkeme. Sevmek zorunda değil kimse elbette, ancak dünyanın tanıdığı bir lider çıkan bu toprakların bu denli lider yoksunu olması onu seveni de sevmeyeni de üzüyor olmalı.