Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan itibaren zorlu süreçlerden geçti, tarihimiz sorunsuz bir on yıllık döneme şahit olmadı; kağıt üzerinde demokratik temellere oturtulmuş olmasına rağmen anti-demokratik baskılara ve darbelere maruz kaldı. Ülkenin hali böyle olunca, medyası da buna göre şekillendi. İlk yıllarda yazılı medya, sonrasında işitsel ve görsel medya, tarafsız olması beklenirken ülkenin bu atmosferinden nasibini aldı. Bugünlerde büyük bir tartışmanın konusu olan medyanın, ve bilhassa gazeteciliğin siyasetle ilişkisi yazımın odak noktası olacak. Siyaset karşısında var olması gereken “ütopik” gazeteciliğin olasılığı üzerinde duracağım.

Medya, tarafsızlık ilkesi bağlamında tartışılmaya devam ediyor.

Gazetelerin her buhranlı dönemde nasıl ikiye ayrıldığını, statükocu ve değişim yanlısı olanların da kısa bir sürede nasıl yön değiştirdiğini biliyoruz. Örnek vermek gerekirse, 17. yıldönümünü henüz geride bıraktığımız 28 Şubat sürecinde “Merkez” medya gazetelerinin sözde irticaya karşı kenetlendiği ve orduyu göreve çağırdığı, şimdiyse bu gazetelerin önemli bir kısmının 28 Şubat’ın bir nevi gayrimeşru çocuğu olan AK Parti hükümetine destek verdiği herkesin malumu. Bu örnekte gazetelerin istemeden de olsa bir değişim rüzgarına yol açtığını görebiliyoruz: Sindirilmiş dindar kesimin nefes alamayacak duruma getirilmesinin ve koalisyon hükümetleri döneminde yaşanan ekonomik krizle bir alternatif ihtiyacının bütün ülkeyi sarmasının sebeplerinden biri, ordunun siyasete müdahalesi ve gazetelerin buna koşulsuz desteğiydi.

Günümüze yaklaşacak olursak, 2007 yılına kadar henüz iktidara tam anlamıyla alışmamış olan AK Parti’ye karşı diriltilen “laikliğe aykırı bir odak olma” suçu, gazeteleri tekrar göreve çağırmıştı. Bu kez yaygın demokrasi algısı AK Parti’nin yanındaydı, talih diyebileceğimiz bir Anayasa Mahkemesi kararı AK Parti’yi sadece devlet katkısının yarısından mahrum bırakıyordu, dönemin Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın çabası yetersiz kalmıştı. Bu noktadan itibaren, gazetelerin takındığı tavır eski statükoya karşı başka bir statükoya doğru evrildi.

Başta belirttiğim gibi, gazetelerin bu durumu bir dönem atmosferinin gereğidir. Ülke siyasi geçmişinin demokrasiye çok aşina olmaması gazeteleri de demokrasinin hizmetkarı olmaktan uzak tutmuş, dönem şartlarına uyum sağlayan propaganda araçları olmalarına zemin hazırlamıştır. Hatırlayalım: Ordu 28 Şubat 1997 günü alınan MGK kararlarını uygulamaktan imtina eden hükümeti bir medya kampanyası sonrasında bu kararları kerhen de olsa uygulamaya zorlamıştır. Dönemin gazetecileri zerre tereddüt etmeden mevcut duruma çözüm olarak gördükleri asker müdahalesini desteklemiş, ordunun “iyi niyetli” balans ayarını köşelerinde övmeyi uygun görmüşlerdir.

Bu yazının hedef alabileceği tek kitle, o dönemde bu desteği verirken sorun yaşamayıp dönemin şartları değiştikçe gücü eline alan otoriteye yaklaşan gazetecilerdir. Gazetecilik ülkemizde tarafsız değildir, bugünkü duruma bakılırsa yakın zamanda olması da beklenemez; ancak tutarsızlığın halk tarafından olumlu algılanabileceğini düşünmek abesle iştigaldir. En güncel örnekler, Ergenekon ve Balyoz’a ilişkin tavırlarını 17 Aralık süreciyle birlikte kolayca değiştiren gazeteciler, bana bu ütopik gazetecilik fikrini daha da iyi benimsettikleri için teşekkürü (!) hak ediyorlar.

Dediğim gibi, yakın zamanda beklediğim söylenemez, ama eğer ülke olarak daha iyi bir politik ortama ve medyaya sahip olmak istiyorsak bir ütopyayı, yani tarafsız gazeteciliği, yakın planda hiç olmazsa tutarlı olmayı şiar edinmemiz gerekiyor. Alışkın olduğumuz fikir gazeteleri ve fikir gazeteciliği yalnızca her fikri her şartta eleştirebilen, sadece kendine yakın hissediyor diye bir fikri gözü kapalı savunmayan gazeteler ve gazeteciler var olduğu sürece demokratik kabul edilebilir. Başka sektörlerdeki maddi menfaatlerini gözetmeyen medya patronları, siyasi otoritelerden icazet almayan gazeteciler sadece bir ütopyanın mı ürünü olabilirler? Bekleyip göreceğiz.

Leave a Reply