Türkiye siyasi gündeminden yorulanlar için ufuk açıcı ve bir hayli önem arz eden bir mesele üzerine yoğunlaştık. TİKA ve Hüdai Vakfı önderliğinde gerçekleştirilen Afrika programının amaçlarını, kapsamını bu programda gönüllü olarak yer alan hukuk fakültesi öğrencisi Furkan Bulut ile konuştuk. Kendilerine bu keyifli sohbetten dolayı teşekkür ederiz.
Hamdi Karakal: Merhaba Furkan, öncelikle kendini tanıtır mısın?
Furkan Bulut: Tabii. Ben Furkan Bulut. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4.sınıf öğrencisiyim. İstanbul’da yaşıyorum. Aslen Trabzonluyum.
H.K: TİKA’nın gerçekleştirdiği bu program ile ilgili bilgi verebilir misin? Amacı ve kapsamı nedir?
F.B: Elbette. Daha önceleri birçok vakıf ve dernek Afrika’ya bu tip seyahatler düzenlemekteydi. Ben Üsküdar’da yaşıyorum ve Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdai Vakfı da birkaç yıldır Türkiye’yi Afrika’da tanıtmak ve bölgeye yardımlarda bulunmak amacıyla geziler ve programlar gerçekleştiriyor. Daha sonraları Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık TİKA aracılığıyla vakfın bu tip faaliyetlerine iştirak etmek ve ortak programlar organize etmek istedi. İşbirliği ile gerçekleşen bu programlar, beraber yürütülmektedir.
H.K: Bu program ilk miydi?
F.B: Aklımda kalan, 2 senedir ortak yürütülüyor bu program. Şu an gelenekselleşti, önümüzdeki yıllarda da beraber gerçekleştirilecek. İşin niteliği ve içeriği hakkında TİKA da önemli katkılar yaptı. Her sene belli bir amaç ve içerik belirlenerek yapılmakta. Bu seneki programın içeriği ve amacı da oradaki “vakıf ve derneklerin işleyişi hakkında bilgi edinmek”ti. Vakıf ve derneklerin topluma ne derece etki ettiği incelendi. Bu maksatla oraya gittik, ama tabii ki söz konusu Afrika olunca yardım faaliyetleri ve oradaki insanlara ulaşabilmek adına yapılan faaliyetler de kaçınılmaz oluyor. Özellikle Batı Afrika ile ilişkileri sıkı olan Fransa ve Avrupa’nın yanı sıra bizim doğudan –özellikle Türkiye’den- yardım faaliyetleri kapsamında bir program hazırlanması da önem arz ediyor. Yani programımız salt bir içerik amacıyla değil her alanı kapsayıcı bir program oldu.
H.K: Bu seneki program hangi tarihler arasındaydı, kaç gün sürdü?
F.B: Haziran’ın 20’si ile Temmuz’un 10’u arasında oradaydık. Tabii tarihler ülkelere göre değişiyordu. Kimisi 2 gün önce kimisi 2 gün sonra Afrika ülkelerine gitti. Bu program dahilinde farklı gruplar ile Afrika’da sanırım 9 ülkeye gidildi. Giden gruplar içerisinde üniversitelerde çalışan öğretim görevlileri, Milli Eğitim’de öğretmenlik yapanlar ve çoğunluk olarak da üniversite öğrencileri yer alıyordu. Hüdai vakfı çatısı altında birkaç dernek daha programda yer aldı.
H.K: Siz hangi ülkeye gittiniz ve orada nelerle karşılaştınız?
F.B: Ben Fildişi Sahili’ne gittim. Benim grubumda Milli Eğitim’den iki öğretmen, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden bir araştırma görevlisi, dört tane üniversite öğrencisi ve bir de İSAR vakfında çalışan bir gönüllü yer alıyordu. Bölge ile ilgili kısaca bilgi vermek gerekirse, Kuzey Afrika’daki ülkeler BM tarafından bir Afrika ülkesi sayılmıyor. Güney Afrika’yı da hariç tuttuğumuzda Afrika’nın en gelişmiş ülkesi Fildişi Sahili. Nedir bu gelişmişlik seviyesi, onu da açıklamak lazım. 70’lerde, 80’lerde Fildişi Sahili’nin ekonomik ve sosyal başkenti sayılan Abijan şehri, düşünün ki, dünyanın en çok ziyaretçi çeken, turist çeken şehriydi. O zamanlar Fransa’nın da katkısıyla –katkı diyebilirsek- çok gelişmişti. Fransa sömürgesiydi Fildişi Sahili. Daha sonrasında bağımsızlığını ilan etti. Kısaca bu şekilde tarihi arka planı.
H.K: Oraya ayağınızı bastığınızda ne hissettiniz?
F.B: Benim hissettiğim şey, Afrika’ya ilk gittiğimizde çok fazla koşuşturma olan bir hayat vardı. İnsanlar çok eğlenceli, çok sıcakkanlıydı. Tabii yönetimdeki –askerler, polisler vs.- özgüven eksikliği, onlara sert davranış özelliği katmış. Ama bu özellik sadece devlet çalışanlarında var. Mesela orada havaalanında biletlerimizi kesen ve pasaport kontrolünde bulunan görevliler çok eğlenceliydiler. Mesela ismimle bana hitap ederken sanki şarkı söylüyormuş gibi zıplayarak sorular soruyorlardı. Tabii bu çok garibimize gitti. Biz nasıl bir düşünceyle gittik? Afrika’da açlık var, susuzluk var, fakirlik var ama insanlar ilk başta bu kadar eğlenceli olduğunu görünce şaşırdık tabii. Şunu bilmek gerekiyor, bize hep “Aman gitmeyin, orada mikrop var, hastalık var, fakirlik var, susuzluk var!” şeklinde yaklaşıldı. Ancak bu sanki bir komploymuş gibi geliyor bana, sadece bana göre değil, oradaki insanlar da bunu söylüyorlar. Oradaki birçok derneği, vakfı ziyaret ettik ve onlar her seferinde bize şunu söylediler: “Afrika’da böyle şeyler biraz fazla olabilir, ama dünyanın her yerinde karşılaşılabilen sorunlar. Bunların da çözümü var aslında.” Bu şekilde sanki Afrika’yı aşağıya çekmek isteyen bir anlayış var. Oraya gitmeyin propagandası yapılıyor ve Afrika bu yüzden bu sorunlarını hala aşamamış bir vaziyette. Ama böyle değil. Özellikle Fildişi Sahili çok zengin bir ülke. Gelişmeye çok müsait bir ülke. Dolayısıyla oraya gidilmesi ve orada iş yapılması gerekiyor. Diğer fark ettiğim şey ise sömürgeci yaklaşım oradaki insanlara bir aşağılık kompleksi aşılamış. Ne kendilerine güvenerek bir şey yapabiliyorlar ne de insanlar oraya gidebiliyor, dolayısıyla 70’lerde en fazla turist çeken Abijan şehri şu an gelişemiyor. Kendi kendilerine bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Buna rağmen Abijan kendi çabasıyla bir noktaya gelebilmiş. Bana göre gelişmişlik seviyesi olarak bizim İzmir’e tekabül ediyor. Yüksek ve yeni binalar yapılıyor, insanlar koşturuyor, çalışıyor. Önemli bir gözlemim de şuydu ki, herkes bir derneğe, bir vakfa üye. Bu çok önemli bir durum. Hatta bir insanı birkaç vakfa üye olarak görebiliyorsunuz. Bu da oradaki insanların ne derece koşturduğunu gösteren bir durum. Ama demin de dediğim gibi, onlarda farklı bir durum var. Sömürgeci anlayışın sebep olduğu “aşağılık kompleksi” –burada onları suçluyormuşum, kötülüyormuşum gibi görülmesin- var. Bizim belki Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, üzerimizde böyle bir baskı yok. Biz ne yapmak istiyorsak yapıyoruz, okumak isteyen okuyor, çalışmak isteyen çalışıyor. Oradaki insanlar ise “Biz çalışamayız ya da çalışsak da bir şey olmaz.” gibi düşünüyorlar. Fildişi’nin ve Afrika’nın genel görünümü bu şekilde yani.
H.K: Afrika’daki Türk-İslam izleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunları gözlemleyebildiniz mi?
F.B: Dediğim gibi Fildişi Sahili eskiden Fransız sömürgesiydi, Afrika’daki birçok ülke gibi. Ama öyle ki, bağımsızlığını ilan ettilkten sonra bile ülkenin Fransızca isminin (Cote d’Ivore) devlet tarafından farklı dillere çevrilmesi yasaklanmış. Yani mesela Türkçe’ye “Fildişi Sahili” diye çevriliyor ama buna devlet izin vermiyor. Diğer dillerde de “Cote d’Ivore” olarak geçmesini istiyor. Zaten ortak dilin İngilizce olduğu birçok uluslararası platformda görürsünüz; Fildişi Sahili’nin adı “Cote d’Ivore” olarak geçer, normalde İngilizcesinin “Ivory Coast” olmasına rağmen. Onlarda Fransız sömürgesi olmalarından dolayı bir Fransız kimliği yerleştirilmiş. Osmanlı Devleti tabii ki oraya kadar ulaşamamış, fakat İslamiyet daha öncesinden beri orada ciddi anlamda yayılmış bir din. Bu sebepten dolayı, sömürgeci devlet olmadan önce Fildişi Sahili’nde İslamiyet çok yüksek oranlarda yaşanıyordu. Yerel dinler ve İslamiyet vardı. Bu oran 80%’leri buluyordu. Ancak şu ana geldiğimizde İslamiyet, orada resmi rakamlara göre 40% oranında ama bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’na tekabül eden Yüksek İmamlar Heyeti’ne göre 60%. Hristiyanlık da 30%’a kadar çıkabilmiş. Yani sömürge sürecinden önce Hristiyanlık hiç yokken şu anda orada önemli bir konumda. Bunun ciddi anlamda incelenmesi gerekiyor; ne oldu da Hristiyanlık bu noktalara ulaşabildi orada? Fransa’da yaşanan din oranlarına bakalım. 50% gibi büyük bir çoğunluğunun ateist olduğunu görüyoruz. Ateizmin Avrupa’da en çok yaşandığı ülkelerden birisi. Hristiyanlığın bu derece az yaşandığı bir ülke olan Fransa’nın sömürgesinde Hristiyanlığın yoğun yaşanmasının altında çok değişik manalar yattığını düşünüyorum. Bizde şimdiye kadar “Aman dini kullanmayalım, sadece kendimiz yaşayalım.” Elbette ki kim hangi dini yaşamak istiyorsa yaşayacaktır. Ancak biz İslamiyet’i insanlara tanıttığımız zaman veya İslam adı altında birtakım faaliyetler yürüttüğümüzde insanların dini inançlarından taviz vermelerine neden olmuyoruz aslında. Yani tabii ki insanlar istedikleri gibi yaşasın, ama biz de İslam adına bir şeyler yapabiliriz. Aynı şekilde diğer dinler için de geçerli ve Fransa bunu çok güzel bir şekilde uygulamış. Hristiyanlığı asıl onlar kullanmış hakikaten. Bu yolla o insanlara ulaşmışlar. Oradaki dini kimlik bu şekilde. Ayrıca laik bir ülke Fildişi Sahili. Sözümona kilise yapılıyorsa aynı yerde camii de yapılıyor, yapılmak zorunda. Laik bir ülke olduğu için bu durum yasalarla sabit. Ancak bu ne derece yaşanıyor tartışılır. Hristiyanlık günden güne daha da yükseliyor. Son dönemde Cumhurbaşkanı Müslüman ama karısı Fransız. Bu da bize çok şey anlatıyor.
H.K: Seni böyle bir programa katılmaya iten sebep nedir? Beklentilerin karşılanabildi mi?
F.B: Biz kendimizi geliştirme adına birçok ülkeye gidiyoruz. Özellikle öğrenciler İngiltere’ye, Amerika’ya gezmek maksadıyla gitmek istiyorlar. Hep kendimiz için bir şeyler yapma amacındayız yani. İnsan kendisini geliştirme adına bu tarz programların ardından başkalarına da nasıl faydalı olunabileceğini düşünmeli. En azından düşünebilecek bir vicdana sahip olmalı. Ben dil için bir şeyler yaptıktan sonra böyle bir tecrübeye de sahip olmak istedim. Vicdanımın da sesini dinleyerek bu sene hep Afrika’ya gitmek istedim. Ben İSAR vakfında Arapça eğitimi alıyorum. Bu vakıf aracılığıyla bu programdan haberdar oldum. Önüme TİKA’dan böyle bir fırsat çıktı. Sağ olsunlar, böyle bir program hazırlamışlar. Ben de kaçırmak istemedim. Ülkemizde de yardım edebileceğim birçok kol varken ben uluslararası bir faaliyet olmasını da özellikle istedim. Bu programın güzel olan tarafı, yalnızca yardım içerikli değil de o bölgenin sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel yapısını da algılamaya yönelik bir program olması. Bu durum da beni çok motive etti açıkçası.
H.K: Orada herhangi bir zorlukla karşılaştınız mı?
F.B: Tabii ki zor şeyler yaşadık. Fildişi Sahili gelişmiş bir ülke ama diğer Afrika ülkelerine giden arkadaşların yaşadıklarından bahsedeyim. Onlar mesela 5-6 gün elektriksiz, susuz bir köyde, köyün halkıyla beraber yaşadılar. Tanımadığınız, dilinizin, ırkınızın, renginizin farklı olduğu insanlarla 6-7 gün geçirmek dışarıdan bakıldığında kolay gizi gözüken bir şey ama yaşayanlar için çok zor bir durum. Bu insanlar zoru başardılar. Bizler bambaşka bir kültürle yaşamayı öğrendik 20 gün içerisinde. Tepkiler, mimikler farklı.. Her şey farklıydı. Bunlara ayak uydurabilmek çok zordu. Yeme-içme konusunda da birtakım sorunlar yaşadık. Yemek yiyemediğimiz, su içemediğimiz zamanlar da oldu. Şunu kabul etmek gerekir ki, biz Fildişi Sahili’ne gidenler olarak daha az sıkıntı çektik.
H.K: Bu programlar ekseninde Afrika’nın yaşadığı sorunlarla ilgili bir çözüm önerin var mı? Gelecek Türkiye’sine, genç nesillere bir tavsiyen var mı?
F.B: Dediğim gibi orada Müslümanlar kendi kendilerine bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla İslamiyet’in yaşandığı devletlere de çok ihtiyaçları var. Aman gidelim camii yaptıralım anlayışı tabii ki lazım ama İslam ülkelerinden de ekonomik anlamda kendilerini geliştirmeleri için destek bekliyorlar. Yani bizim o insanlara balık vermekten ziyade balık tutmayı öğretmemiz gerek. Oraya gidip Müslüman insanlar iş alanlarına girmeli ve yatırımlar yapmalı. Yüksek İmamlar Heyeti’nde bulunan birisinden duyduğum bir şeyi ifade edeyim; “Bizi ayağa kaldıracak ülke Türkiye, bize bir yardım gelecekse bu, Türkiye’den gelecek.” Dolayısıyla onlar Türkiye’ye inanıyorlar. Herhalde bu düşünce Osmanlı Devleti’nin yaydığı hakimiyetinden kaynaklanıyor. Türkiye’nin yurt dışında yüklendiği misyon diğer İslam ülkelerinden de ayrışıyor. Bizler yardımın yanı sıra yurt dışında kalkınmacı eğitim faaliyetleri, sosyal ve ekonomik entegrasyon adına çalışıyoruz, bu sebepten Türkiye’ye umut bağlanıyor. Bu çok önemli.
Ancak Türkiye şu anda orada yok. Fildişi Sahili’nde 200 küsur Türk yaşadığını duydum ben. Gelip gidenler oluyor elbet ancak kalıcı olarak Türk nüfusu çok kısıtlı. Bakın, İsviçre’den, Fransa’dan işini gücünü bırakıp orada yardım faaliyetinde bulunma adı altında dernek, hastahane, vakıf, okul açan birçok insan var. Orada İsviçreli bir kadını ziyaret ettik, hastahane açmış. İnsanlara yardım yaptığını söylüyor ama bizim aldığımız duyumlara göre Batı’dan gelen bu insanlar yardım faaliyetleri adı altında misyonerlik yapıyorlar.
Bize bugüne kadar dayatılan düşüncenin aksine biz İslamiyet’i yaşayarak, oradaki insanlarla bir araya gelmeliyiz. Fakat biz ne zaman bu yönde bir adım atsak hemen İslamiyet’i kullanıyormuşuz gibi bir algı oluşuyor. Bunu da yıkmak lazım. Dolayısıyla Fildişi’ndeki ve hatta Afrika’daki insanlar bizden Müslüman-Türk kimliği ile bir şeyler yapmamızı istiyorlar. Şu da çok ilginçtir ki, Müslüman bir Cumhurbaşkanı’nın aldığı oy oranı 60% civarında. Ülkede ise 40% civarı Müslüman yaşıyor. Yani Hristiyan halkın da Müslüman bir kimlikten bir şeyler beklediğini söyleyebiliriz.
Sürekli oraya yemek yardımı yapmak, su kuyusu açmaktan ziyade orada neyi geliştirebiliriz, bölge insanlarını nasıl bir üst seviyeye çıkarabiliriz anlayışıyla gittik biz oraya ve bu da motivasyon kaynaklarımdan birisiydi.
Ayrıca bu noktada şunu da söylemem gerek; ABD’de siyahi bir Başkan ilk kez seçildi. Biz buna hep ABD’de artık birçok sorun aşıldı, siyahiler en üst konuma bile gelebiliyorlar gözüyle bakıyoruz. Ama unutmamak lazım ki; yürütülen her faaliyetin, yapılan her hareketin, ortaya konan her politikanın bir amacı olduğunu düşünüyorum. ABD’de bir siyahinin Başkan olması da aklıma direk Afrika’yı getiriyor. Gözümün önüne direk orası geliyor. Batı artık şunun farkında, Ortadoğu’daki zenginlikler –petrol vs.- bir gün bitecek ve Afrika’daki zenginliğe yönelme gerçekleşecek. Afrika’da ciddi bir zenginlik var. Bugün Afrika’da, bir Fransız sömürgesi olan Fildişi’nde, Amerika bayrakları taksilerde. Taksilerin aynalarında Amerika bayrakları ve Obama’nın resmi var. Dolayısıyla aslında bence ABD’de bir siyahinin aday gösterilip seçilmesinin hedefi gerçekleşti: Afrika’ya ABD’yi sevdirmek. Şu an Batı, bir zamanlar sömürdüğü Afrika’dan yeni bir şeyler alma derdinde ve alacak da ileride, bunu göreceğiz. Türkiye olarak konuşursak ülkemizin Afrika’ya yönelmesi gerek. Afrika’da birçok sektöre girmeliyiz, ticaret yapmalıyız, ekonomik anlamda birlikler oluşturmalıyız. Vize mize bunları hesaba katmıyorum bile. Bunlar tamamen ortadan kalkmalı. Bizzat devlet, o bölgede çeşitli sektörlere girmek isteyen firmalara teşvikler uygulamalı. Bunlar devlet politikası haline gelmeli. Devlet firmalara tanıtımlar yaparak onları Afrika’ya yönlendirmeli. Devlet bunu yürütmeli, çünkü Afrika ile ilgili ciddi bilgi kirliliği söz konusu. Yatırımcılar oralara gitme konusunda çekimser kalabiliyor. Bizim oraya yönelik politikalarımız Batı’nın aksine, “Ne verebiliriz ne alabiliriz?” olmalı. Yani çift yönlü düşünmeliyiz.
Burada ben Batı düşmanı gibi bir profil çizdim ama Batı bir noktaya kadar başarılı ve mantıklı hamleler yapıyorlar. Dışa açılarak ülkelerinin faydalanabileceği bir alan açıyorlar. Ancak yanlış yapılan şey, sömürüye varan bir şekilde sürekli alma politikası. Batı sürekli onlardan almış fakat bölge insanına herhangi bir katkı sunmamış. Türkiye’de yaşayan insanların da bunun farkına varmaları ve Afrika’ya yönelmeleri bence bugün ön planda tutmamız gereken meselelerden biri.
H.K: Teşekkür ederim, Furkan. Böyle bir vicdani sorumluluk yüklenmen çok önemli. Tebrik ediyorum.