Geçen hafta okuduğumuz bir haber bir çoğumuzu çok üzdü. Üç Çeçen yetim babaanneleriyle birlikte Türkiye’den sınır dışı ediliyordu. Neyse ki, bu insanların selameti için uğraşanlar ve hatta bu yola baş koyanlar sayesinde bir çözüm bulundu. Çeçen babaanne torunlarıyla burada kalıyor, şimdilik. Ne var ki, bu çözümün kalıcı bir nitelik taşıdığından söz edemeyiz çünkü Çeçen ailenin mağduriyetlerine bir son verilmiş gibi görünse de durum aslında bu kadar iç açıcı değil. Çeçen aile basına yansıyan bir örnek sadece. Babaanne ve torunları gibi olan nice Kafkas, Kırgız, Çeçen, mültecinin hakları kendilerine teslim edilmiyor. Tamamen Türkiye’nin tasarrufunda olan bir mesele, çözümlemede neden bu kadar aciz kalıyor. Meselenin ekonomik nedenlerden kaynaklandığını iddia edersek, bu savunma biraz zayıf kalabilir, nitekim Suriye örneği var önümüzde. Birleşmiş Milletlerden ödenek alamadığımız halde Suriyeli mültecilerimize gösterilen hassasiyeti takdir ediyorum ben kendi adıma. Bunun Türkiye’ye yakışan bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Ama bu hassasiyeti bütün mültecilere göstermek gerekiyor benim nezlimde. Esad’ın Suriyeli kardeşlerimizi katlediyor olması, Türkiye adına elzem bir mesele haline geldi. Ama asıl mesele, bu hassasiyeti dünyanın dört bir tarafından Türkiye’nin misafirperverliğine, korumasına güvenen tüm mültecilere göstermektir. Bu noktada, Osmanlı’yı kendimize referans alabiliriz. Başka yöneticileri altında ezilen, hor görülen Yahudileri topraklarında ağırlayan, onlara güven telkin eden, yeni hayatlar temin eden bir devlet geleneğini miras almalıyız.
Şu an Türkiye olarak durduğumuz nokta nedir? Elbette herkesin kendi değerlerine göre kaygıları var durulan bu noktadan. Ama genel bir çerçeve çizmek istersek, Türkiye’nin büyüdüğünü söyleyebiliriz. Teoride İnönü ile başlayan demokratik devrim, pratikteki cumhuriyet tarihinin altın günlerini yaşıyor. Özal ile başlayan ekonomik devrim had safhaya ulaştı. Demokrasi büyüyor, ekonomi büyüyor. Peki, vicdanımıza ne oluyor? Türkiye büyürken, vicdanlar küçülüyor mu?