18 Kasım Salı günü sabah saatlerinde Kudüs’un Har Nof mahallesindeki Kehilat Bnei Torah sinagoguna yapılan bıçaklı/baltalı saldırıda dördü Yahudi din adamı olan beş İsrail vatandaşı hayatını kaybetti. Saldırıyı Marksist-Leninist bir örgüt olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) Ebu Ali Mustafa Tugaylarına üye olan iki Filistinlinin yaptığı öğrenilirken, örgüt takdir etmekle beraber, bu saldırıyı üstlenmediğini açıkladı.
İsrail, Başbakan Netanyahu’nun saldırılara katılan Filistinlilerin evlerini yıkma emri vermesi haricinde alışılageldik tepkisini verirken, Filistinliler açısından durum memnuiyet verici olarak algılandı. Hamas sözcüsü Ebu Zuhri, “Kudüs’te düzenlenen saldırı, başta Gazze ablukası olmak üzere İsrail’in sürekli olarak işlediği suçlara doğal bir tepkidir” derken, genel olarak Filistinli direniş grupları saldırıyı kınamaktan kaçınarak aslında duydukları memnuniyeti dolaylı yoldan ifade ettiler.
Zaten işgal altında olan bir milletin ve direniş sergileyen grupların bu saldırıya üzülmesi de anormal tepkinin ta kendisidir.
Olaylar böyle cereyan etmişken, peki, bu saldırı bize neyi gösteriyor?
Saldırının son zamanlarda Filistinliler aleyhine gelişen olaylar silsilesine verilen bir cevap olduğu açık.
Önce, Gazze’de 51 gün boyunca süren savaşın Ağustos ayının sonunda bitmesinin üzerinden çok geçmeden, ateşkes anlaşmasında Filistinlilere verilen “haklar” tek tek geri alındı. Refah sınır kapısı tekrar kapatıldı, Gazzeli balıkçıların sahilden 6 mil ötesinde balık tutma izni geri alındı. Sonra da 30 Ekim’de, 1967 yılından beri ilk defa, İsrail ordusu baskın düzenleyerek Mescid-i Aksa’yı tüm Müslümanların girişine kapattı.
Kapattı demekle geçmemek gerek elbet; baskın esnasında Aksa içerisindeki Mushaflar İsrail askerleri tarafından çiğnendi, avludaki Müslümanlar tartaklandı ve bunun gibi bir çok insanlık için utanç fakat İsrail için gayet normal icraat…
Haliyle sinagoga yapılan bu bıçaklı/baltalı saldırının, yine İsrail’in barışı “kendi kafasına göre” istemesine bir cevap olduğunu görmek pek zor değil.
Bu cevabın haklı bir cevap olduğunu anlamaksa biraz güç olabilir.
Çünkü çoğumuz bu olayı “masum” ve “sivil” din adamlarına karşı yapılan “vahşi bir saldırı” olarak görüyoruz; karşılığında da İsrail’in yine “tüm zalimliğiyle” Filistinlilere onca acı çektireceğini ve bu durumdan kaybedenlerin “yine Filistinliler” olacağını düşünüyoruz.
Fakat tornasından geçtiğimiz “modern” eğitim ve Batılı medya sayesinde bir çok noktayı görmezden geliyor, İsrail’in Hasbara’sına* kurban olmayı seve seve göze alıyoruz. “İslam’da böyle öldürmenin yeri yok!” diye hunharca bağırıp fetva vermemiz de cabası.
Oysa durum öyle değil.
Biz, 66 yıldır o topraklarda zalimce ahkam kesen, orayı işgal eden adamların destekçilerini masum zannediyoruz. Bilumum gelişmiş silahıyla terör estiren İsrail askerine “vergileriyle” destek veren ve Filistinlilerin “kendilerine vaat edilmiş topraklardan” defolup gitmesini isteyen adamların masum ve sivil olduğunu düşünüyoruz. Çünkü evrensel değerler ve insan hakları gibi teraneler, bizi böyle düşündürüyor. Filistin halkına Oryantalist saiklerle dayatılan “terörist” imajı da bu düşünceyi körükledikçe körüklüyor.
Halbuki İsrail’in insan haklarının ne kadar yılmaz bir savunucusu olduğunu bu Ağustos’ta Gazze’ye attıkları fosfor** ve çivi** bombalarının ışıltısıyla gördük. Buna destek veren veya sessiz kalan Batılı devletlerin en büyük derdinin insan haklarının teminatı olduğunu da.
Biz, bunu vahşi bir saldırı olarak değerlendiriyoruz. İsrail tarafından yapılan gayri insani muamelelerin bitmesi adına yapılan meşru müdafaayı, vahşi bir saldırı olarak zihin raflarımıza koyuyor, rahatımızdan en ufak parça kopunca kıyamet koparan insanlar olarak, Filistinlilerin kendisini savunmasını “rahatsız edici” buluyoruz.
Halbuki hiçbirimiz işgal altında sözüm ona yaşayan, babası İsrail askeri tarafından öldürülen, annesi İsrail askeri tarafından tecavüz edilen ve daha küçük yaşlardan itibaren işgalden kurtulmak adına “ölmeye yatan” yetimler, öksüzler olmadık. Hiçbirimiz İsrail tarafından sokakta darp edilen, bıçaklanan ve öldürülen insanlar olmadık. Hiçbirimiz İsrail’de gittikçe artan aşırı sağın ve sokağa yansıyan “Arap nefretinin” kurbanı olmadık.
Biz, bu saldırı sonrası İsrail’in daha da öfkelenip Filistinlilere daha fazla zulmedeceğini ve bu durumdan yine Filistinlilerin zarar göreceğini düşünüyoruz. Bu savaşta iki tarafı da denk görüp “kazanılanlar/kaybedenler” tablosu yapıyoruz.
Halbuki az önce söylediğim yetim çocukların artık işgalin kalkması uğruna kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığını, canlarını feda etmenin onlar için sıradanlaştığını unuttuk. Son Gazze saldırısında evi İsrail füzesiyle yıkılan Hamas liderlerinden İsmail Haniye’nin mevzuyu ذهب البيت لكن بقي الوطن (ev gitti ama vatan kaldı) sözüyle özetlemesini görmezden geldik veya bilemedik.
Modern eğitimle beraber edindiğimiz insan hakları ve evrensel değerler, tarafsızlığına hayran olduğumuz Batılı medyayla harmanlanıp zihnimizi canlı tuttuğu sürece böyle olmaya da devam edeceğiz.
Tıpkı bu yazının sonundaki fotoğrafla müthiş bir propagandaya maruz kaldığımızı ve İsrail askerlerinin Aksa’daki Kur’anları alaşağı ettiğini unuttuğumuz gibi, Filistin direnişine samimiyetsizce ve cahilane şekilde, haybeye destek vermeye devam edeceğiz.
İsveç’in, İngiltere’nin ve bilumum ülkenin Filistin’i sembolik de olsa tanımalarını, pembe hülyalara bezemeye devam edeceğiz.
Hakk’ı bilmeyip hakkın yanında olmaya çabalamaktansa, şahsen, Allah’a sığınırım.
* Hasbara: İsrail’in yaptığı saldırılar için oluşturduğu sözlü savunma mekanizması. Kısaca İsrail Kamu Diplomasisi denilebilir.
** Fosfor ve Çivi bombaları Cenevre Sözleşmesi gereğince, kullanımı yasak olan silahlara dahil edilmektedir.