Fark Yaratan Kavramlar: Tüzel Kişilik

Bir problemi çözmek için ilk yapılması gereken şüphesiz doğru bir teşhistir. Doğru teşhisi koymadan tedavi şansı yok denecek kadar azken, doğru teşhisle problemleri çözmek için bir şansımız olabilir. Son birkaç yüzyılda toplumumuzun yaşadığı problemlerin birkaçını teşhis etmeyi, neden geri kaldığımızı görmeyi, gelin beraber bir deneyelim.

İktisadi olarak neden “geri kaldığımızı” incelemeden önce, yarışa önde başladığımızı belirtmekte büyük yarar var. İktisat tarihçisi Agnus Maddison’dan aktarımda bulunan Timur Kuran’a göre 1000 yılına kadar dünya gayrisafi hasılası içinde Ortadoğu’nun payı yüzde 10.3’ken, tüm Avrupa’nın payı yüzde 9.1’dir.

Fakat son gülen iyi güler sözü burada kendini gösterir. Avrupa Haçlı Seferleri tecrübesiyle denizcilik ve ticaret alanlarında büyük atılımlar sergiler ve netice itibariyle 16. Yüzyılda Ortadoğu’nun dünya ekonomisindeki yeri %10.3’ten %3.8’ye iner. 1700’lerde ise Ortadoğu’nun payı %2.2’ye inerken Avrupa’nın 1000 yılında 9.1 olan payı 22.9’a çıkar!

Bunun birçok sebebi var elbette. Denizcilik alanında bakacak olursak İspanya 1546-1650 tarihleri arasında Amerika’ya toplam 14.456 sefer düzenledi ve bunlardan sadece 402 tane seferde gemi kaybı yaşandı. Yani anlayacağımız gemi teknolojileri zamanına göre muazzamdı!

18. yüzyılda İngiltere de benzer bir atılım yaptı ve 1702 tarihinde toplam ağırlığı 260 bin ton olan ticaret filosunu genişletti. 1776 yılında filonun toplam ağırlığı 690 bin tona, yani 3300 gemiden 9400 gemiye çıkacaktı.

Bu verileri nasıl algılamamız gerektiği de gayet önemli bir nokta. Ben, denizcilikteki bu atılımların Avrupa’nın gelişiminin başlıca sebebi olarak görmüyorum. Bence bu atılımlar, asıl sebep olan dinamik hukuk sisteminin bir neticesi. Problemi çözebilmek için bu tespiti isabetli yapabilmek çok önemli, zira hedefimiz sonuçları taklit etmek değil, sebepleri tahlil etmektir.

Hukuki Yapı

Avrupalı şirketlerin 19. Yüzyılda oluşturdukları, günümüze enflasyon bağlamında uyarlanmasa dahi dudak uçuklatacak rakamlardaki sermayeleri, adi şirketlerle oluşamazdı. Fakat mevcut hukuk düzleminde de başka bir model bulunmuyordu. Dolayısıyla dinamik olan Avrupalı Hukuk sistemi, günümüzde her gün karşımıza çıkan bir kavramı geliştirdi: tüzel kişilik.

Bu tüzel kişilik kavramının gelişmesi belki de Avrupa’yı ekonomik açıdan bizlerin asırlarca ötesine atan başlıca sebeptir. Çünkü “hissedar” sayısının 2’den fazla olmasını mümkün kılan bu kavram, büyük şirketlerin teşekkülünü ve dolayısıyla halka hisse arzıyla beraber yastık altındaki paranın piyasaya girmesini sağlamıştır.

Bu faydanın somut bir örneği de Hollanda’da 1602 yılında kurulan Doğu Hint Adaları Şirketi (East India Company)’dir. 600 bin florin sermaye ile kurulan şirketin sermayesi zamanla 6 milyon florini geçmiştir. Bunun mümkün olmasının en önemli sebeplerinden birisi, tüzel kişiliğe sahip bu şirketin kuruluşundan sonra her biri 3000 florin değerinde 2100 hisse senedi çıkarmasıdır. Yüz yıl sonra hisse senedi değeri 5 katına çıkacak, 16.950 florin olacaktır.

Bizdeki Durum

Bizdeki durum ise bundan çok uzaktı. 9. Yüzyıl fıkıh ulemasının beyanatına göre işleyen bir ticaret hukukumuz vardı. Kamu hukukundaki ileriliğin zerresi özel hukukta yoktu. Sermaye birikimine siyasal olarak izin verilmediği gibi, miras ve ticaret mevzuatları da bunları neredeyse imkansız kılıyordu.

Tüzel kişilik kavramı, yahut hükmi şahsiyet, hukuk düzenimizce kabul edilmemiş, ve dolayısıyla ortaklıklar adi ortaklıkla sınırlı kalmıştır. Hukukçularımız değişen şartlara göre bir atılım sağlayamamış, tüccarlarımızın elleri kolları, yüzlerce yıl öncesinin normlarıyla bağlanmıştır.

1602-1697 yılları arasında İstanbul ve Galata’da on beş mahkeme 10,880 davaya bakmıştır. Bunlardan tam 9074’ünü vatandaşlar, ortaklıklarını sonlandırmak için açmıştı!

Bu davalar olmasa dahi hukukumuzun öngördüğü ortaklıkların ömrü çok uzun olmayacak, olamayacaktı. Günümüz adi şirketlerinden pek bir farkı bulunmayan ortaklık mefhumu, son derece ilkeldi. Ortakların birinin ölümü halinde zaten ortaklık kendiliğinden yok olacaktı! Yani bu dokuz bin küsür dava açılmamış olsaydı dahi, sermaye birikimini sağlayacak şirketlerin önü, hukuk düzenimizce açılmamıştı.

Ekonomideki durağanlık mı hukuki yapıyı pasifize etti, yoksa hukuki statükoculuk mu ekonomik gelişmelerin önünü kesti bilinmez; ama bunlar muhakkak birbirlerini bir kısır döngüye soktular ve sonuç olarak asrın gerekliliğini sergileyemeyen bir Osmanlı Devleti ile karşı karşıya kaldık.

Geç Kalmış Bir Hamle

Başta da dediğim gibi, sorunun tespiti büyük önem taşıyor. Sorunu kabul etmek, bazen çözmekten daha zorlu oluyor. Gözünü sıkıntılara yüzlerce yıl kapayan medrese ulemasının bu tutumu sebebiyle tüm Osmanlı vatandaşları zarar gördü. Osmanlı, yeni çağın iktisadi ve ticari uygarlığına adım atamamanın bedelini ödüyordu. Cevdet Paşa ise sıkıntılara bir nebze deva olacaktı.

Cevdet Paşa, Fransız Ticaret Kanununun iktisabından sonra, hukuk dünyamıza giren anonim şirket mefhumunu pratik hayata geçirmek istedi. Dolayısıyla boğazdaki yolcu taşımacılığını üstlenecek bir anonim şirket kurdu. Hissedarları bürokratlar olan bu şirket, (Şirket-i Hayriye) 1849’dan 1946’ya kadar hizmet vermiştir.

Fakat vurucu nokta, bu adımın inanılmaz neticeleriydi. Şirket-i Hayriye’nin faaliyete geçmesinden itibaren, 1917 yılına kadar deniz taşımacılığı alanında tüzel kişiliğe sahip 10 ticari şirket kurulmuş; 1879’da 18 olan buharlı gemi sayısı 1914’te 112’ye, yelkenliler dahil toplam tonaj da 182.000’den 314.000 grostona çıkmıştır.

Görülebileceği gibi, dinamik bir hukuk yaratma refleksimiz bulunsaydı bu atılımı İngilizlerle aynı tarihlerde yapabilirdik!

Ama biz çoğu şeyi yanlış anladık. “Modernleşme tarihimize şöyle bir baktığımızda, modernleşmenin üretim tarzı olarak değil; tüketim ve yaşam tarzı olarak görülmüş olduğunu, güç duygusunun daima görkemli binalarla, ihtişam ve debdebe ile kendini gösterdiğini görürüz.” Bu hatadan ne kadar sıyrılabildik ki bugün dahi?

Yarışta “Geri kalmışlığının” nedenini yanlış yerlerde arayan Osmanlı Devleti, ürettiği çözümlerde her zaman arzu ettiği neticelere ulaşamamıştır. Bunun belki de bir nedeni derinlemesine tahlil yapmadan, sonuçları taklit etme hastalığına kapılmasıdır. Sebeplerden ilham alındığında ise gelişim mukadderdir.

Bugün asıl sıkıntımız ne, bunun üzerinde ne kadar duruyoruz?

 

Yazım ilginizi çektiyse, daha kapsamlı bilgi ve daha etraflı değerlendirmeler için, kaynakçayı da teşkil eden Türkiye’nin Hukuk Serüveni kitabı okunabilir.

Leave a Reply