7 Haziran seçimlerinden sonra, seçim sonuçlarından tek bir partinin iktidar olarak çıkamaması ve tekrarlanan seçimle devam eden süreçte bu ülke pek çok şey kazandı ve kaybetti. Seçimlerin sona ermesi ve ülkenin seçim atmosferinden çıkmasıyla birlikte seçimin izleri ve bu ülke psikolojisinde yarattığı hasarlar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı.
Bu hasarların şüphesiz ki en büyüklerinden birisi 15 Temmuz gecesi yaşanan vahim olaylardı. Hasarlardan ikinci en büyüğü ise tekrar çatışma sürecinin başlamasıydı. Bu şartlar altında ülke, o dönemde resmi dilden OHAL ilan edilmemiş olsa bile psikolojik olarak OHAL’deydi.
Toplum psikolojisi çok fazla kaynaktan etkilenebilir ve bu kaynakların etki kapasitesi, o kaynakların geçmişi, halka erişimi ve ciddiyetiyle ilgilidir. Yukarıda bahsi geçen iki konunun etkisi, hem yakın siyasi tarihte acı dolu örnekleri olması hem de topluma “başarılı” bir şekilde anlatılmaları nedeniyle toplumu beklenen, belki de beklenenden daha fazla etkilemiş bulundu. Bahsi geçen iki olay, toplumda bazı insani duyguların önüne geçti; sıradan, yani sizin bizim gibi insanlarda belli başlı duyguların ötelenmesi sonucunu yarattı.
Büyük bir kitle “hele bu dönem bir geçsin” ruh haline büründü.
Peki gerçekte yaşanan neydi? Bu olayların ne kadarı gerçek haliyle yansıtıldılar? Halihazırda yaşadıklarımız onların artçıları mı yoksa onların açtığı yolda izlenen keyfi uygulamalar dizisi mi? Bu konuların dikkatlice irdelenmesi gerekli.
Bahsi geçen iki olay, daha doğrusu olaylar dizisiyle birlikte toplumda yaşanan kutuplaşma çok ciddi boyutlara ulaştı şüphesiz ki. Darbe girişiminden sonra başlayan seri gözaltılar, tutuklamalar, meslekten ihraçlar ve ardı arkası kesilmeyen ihbarlar… Bir ülkede darbe girişimi yaşanmasından sonra girişimde bulunan kadroların tasfiyesi alınabilecek en doğru karardır, bu konu da tartışma dışındadır. Ancak yapılan işlemlerin, yani meslekten ihraçların, dernek kapatmalarının, ve yapılan diğer kritik düzeydeki yargısal faaliyetlerin ne olursa olsun Kanun Hükmünde Kararname(KHK) ile yapılması, hukuk devleti ilkesine ve en başta da Anayasa’ya aykırıdır.
Bu ve bunun gibi eksiklikleri söylemek
her hukukçunun ve konudan haberdar her vatandaşın yükümlülüğüdür.
Türkiye bir Ortadoğu ülkesi midir değil midir bu konuda karar verecek olan şüphesiz ki ben veya bir başkası değil ancak şu bir gerçek ki, biz Ortadoğu ülkelerinin komşusuyuz. Onlar aşağıda kavga ettikleri zaman onların kavga seslerinden uyuyamıyoruz ve bu durumdan da şikayetçiyiz. Evet. Durmuyor. Ülkemizde ve çevresinde yaşanan olumsuz olayların ve gerginliklerin ardı arkası kesilmiyor ve ne yazık ki bu durum da vatandaşlarımızda bilinçsiz bir “kanıksama” durumu yaratıyor. Halkımız yaşananlara alışıyor. Devamlı olağandışı olaylar yaşanması fikri istemsizce bilinçaltına yerleşiyor ve şahsi kanaatime göre bir ülke için en tehlikesi de budur.
15 Temmuz Darbe Girişimi gecesinden sonra yaşanan gelişmelere bakmak, yukarıda çıkardığım sonucu görmek için yeterli. Yaşanan onca kötü hadiseden sonra, 1960’lardan beri kendi çapında bir eylemlilik kültürü olan bu halktan neden bir yürüyüş, bir protesto göremiyoruz? Kimileri belli sayıda insanın toplanmasıyla bile bomba patlayacak korkusuyla, kimi polis müdahalesi, kimi de “fişlenme” korkusuyla geri duruyor belki de. Haksız olduklarını söylemek mümkün değil ne yazık ki. Ülkede son birkaç ayda yaşananlar köklü değişimlerin yaşanacağına ve belki de bu değişmlerden asla geri dönüş olmayacağına işaret ediyor. Halihazırda konuşulan ve teklif edilen bir bütün olarak rejim değişikliğine karşı yükselen birkaç ses dışında toplum genelinde en ufak bir tepki söz konusu değil.
Ülkede kelimenin tam anlamıyla bir ölüm sessizliği hüküm sürüyor. Doğru veya yanlış, milletvekilleri tutuklanıyor, insanlar yargı kararı olmadan, masumiyet karinesi ayaklar altına alınarak meslekten ihraç ediliyor, ülkenin doğusunda her gün kayıplar veriliyor ve daha niceleri gündelik yaşamın olağan bir parçası haline geliyor… Evet, Türkiye’nin gündelik yaşamında her gün olağandışı, stabil bir ülkede olması beklenmeyen olaylar yaşanıyor ve bu sayının artmasıyla birlikte halk, bu duruma ne yazık ki alışıyor.
Tabiri caizse, bu “ölüm sessizliği”nin diğer bir sebebi de yukarıda da bahsettiğim yoğun kutuplaşma olarak görülebilir.
Her geçen gün farazi düşmanların yaratılması veya var olan “düşman”lara olan nefretin körüklenmesi sonucu ülke bir savaş ortamına sokuluyor ve kutuplaşma daha derin bir hâl alıyor.
Kullanılan tabirlerle, “onun vekili” tutuklanıyor, “onun adamları” ihraç ediliyor ve “o ekip” tasfiye ediliyor. Peki hukuksuzluğun karşısında durmak için gerçekten işin ucunun “kendi tarafı”na dokunması mı gerekiyor? Mevcut tasfiye hareketi dalga dalga yayılırken gerçekten sonuçta sıranın kendilerine de geleceğine azcık bile olsa inanılmıyor mu? Ve en önemlisi, madem ülkede yanlışlıklar var ve bu yanlışlıkların bir şekilde çözülmesi gerekiyor; yani karşı tarafın haksızlığından bu kadar eminsiniz, neden olağan yollarla “cezalarının kesilmesi”ne izin vermiyorsunuz?
Benden olmayana dokunulsun mantığıyla ve bu kabullenmişlik durumuyla bu işin sonu ne olur inanın kestirmek çok zor değil. Ama şu bir gerçek ki, hak ve hukuk herkese lazım..
Kaynakça
http://wpmedia.o.canada.com/2013/06/standingman7.jpg