CHP’nin 36.Olağan Kurultayı ile birlikte Kemal Kılıçdaroğlu tekrar genel başkanlığa seçildi. Ben de kurultayla birlikte  girdiği her seçimi kaybeden birisi neden tekrar seçilir sorusunu kurcalamaya başladım. Bu partinin amaçlarıyla ilgili bir sıkıntı değildi, çünkü hala hedefi tek başına iktidardı. Aday problemi de değildi çünkü dört tane aday adayı seçime girmek istemişti. Peki neden delegeler başarısızlığı tekrar ve tekrar tescillenmiş bir genel başkanı yeniden seçmişti? Soruya cevap olarak Adalet Yürüyüşü verilebilir fakat bu seçeneği de elemek zorundayım, çünkü seçim sonuçlarına göre Kılıçdaroğlu oyların sadece üç de ikisini alabildi. Böyle büyük bir eylemin seçimlere etkisi daha fazla olmalıydı, ancak Kılıçdaroğlu oyların sadece üçte ikisini alabildi. Ki gündemi bu kadar hızlı değişen ve mazinin çabuk unutulduğu bir konjonktürde bana çok da yeterli bir seçenek gibi gözükmedi açıkçası. Tüm bu seçenekleri eledikten sonra bunun genel bir demokrasi sorunu olduğuna kanaat getirdim.

Demokrasi dediğimiz olgu aslında çok basit temellere dayanan bir prensip ve yönetim biçimi. Bir grup insanın kolektif bir şekilde ve eşit temsil altında bir araya gelerek bir karara varması aslında bizim demokrasi dediğimiz şey temelinde. Kısacası ortada sağlıklı bir tartışma ortamı olmalı. Argümanların havada uçuştuğu ve muhaliflerin karşı argümanlarla bunlara cevap verdiği bir tartışma ortamı oluşturulmalı. Ve bu ortam sayesinde çarpışmadan çıkacak bir fikir birliği ile ülke yönetilebilsin. Türkiye’nin sorunu işte tam da bu tartışma ortamı aslında. Buradaki hastalık ise politik duygusallık. Peki politik duygusallıktan kastım ne onu açıklayayım biraz. Örneğin bir liberal düşünceye sahip bir insanla sosyalist düşüncelere sahip bir insan karşı karşıya tartışmaya başladığı zaman, kullanılan argümanların temeli bu iki düşüncenin ortaya koyduğu ilke ve sistemler üzerinden oluyor. Politikaya karşı politika, ekonomiye karşı ekonomi tartışılıyor. Bir taraf işsizliği düşürelim daha fazla insan refaha ulaşsın derken, diğer taraf devlet bir hayır kurumu değildir daha sağlıklı bir ekonomi için pazar rahat bırakılmalı diye bir karşı argüman verebiliyor. Buradan sağlıklı bir tartışma ortamı, bir münazara doğuyor aslında. Bu sayede demokrasi işliyor ve kolektif kararlar bir uzlaşı zemininde verilebiliyor. Çünkü aslında iki tarafın da kullandığı malzeme bir düşüncenin ürünü. Duygusal bir ağırlıkları olmayan yanlışlanabilir sistemler ve politikalar.Fakat biz ülke olarak belki de son on yıldır bunu yapamıyoruz artık. Politik duygusallık bizi akıl ve mantık kullanılarak verilmesi gereken beşeri kararları değerler üzerinden tartışmaya zorluyor. İslam, Atatürk, tarihi olaylar ve daha bir çok farklı değerimizi anlamı olmayan bir duygusallık üzerinden tartışmaya dahil ederek karşı tarafa saldırmak için kullanıyoruz. Buna örnek olarak milli ve yerli söylemini verebiliriz. Hükümetin politikalarına karşı çıkan muhalefet yerli ve milli olmamakla suçlanıyor ve hepimizin ortak bir değerinin dışına itilmeye çalışılıyor. Veya muhalefet Atatürk üzerinden muhafazakar düşünceye sahip insanlara yüklendiği zaman, hepimizin ortak değeri Mustafa Kemal Atatürk’ü adeta ipotek etmiş ve kendi günlük politik söylemine oyuncak etmiş oluyor. Ortada asıl tartışması gereken nokta ekonomi, eğitim ve devlet politikaları iken, birden değerler çarpışmasına dönüşüyor.

Peki bu sağlıksız tartışma ortamı bize nasıl bir zarar veriyor derseniz eğer bunun tek cevabı siyasi tıkanmışlık olarak bize geri dönüyor. Çünkü değerlere karşı bir argüman veya fikir otaya koymak ne yazık ki mümkün değil. İslam’a karşı bir argüman üretemez, başka bir insanın kutsal saydığı değerler üzerine bir itiraz getiremezsiniz. İkinci Abdülhamit’i değerli bir padişah ve devlet adamı olarak gören bir insana karşı politik bir eleştiri getiremezsiniz. Atatürk üzerinden muhafazakar insanlara saldıran bir söyleme karşı argüman üretemezsiniz. Bu değerler ve tarihi olaylar artıları ve eksileri olan, yanlışlanabilir veya bir tartıda tartılabilir olgular değiller aslında. Fakat yanlış anlamayın burada kastettiğim örneğin Atatürk’ün laiklik ilkesi değil. Zaten laiklik özelinde bir çok argüman ve karşı argüman oluşturulabilir çünkü özünde bir düşüncenin, yani insanların ortaya koyduğu bir ürün. Politik duygusallığın yarattığı bu tıkanıklık yüzünden hiç bir sorunumuzu çözemiyor ve ortak hareket edemiyoruz. Demokrasinin temeli olan eşit temsilde kolektif karar alma becerimizi kaybetmiş durumdayız ve artık kendi desteklediğimiz partiyi, lideri ve politikayı körü körüne savunmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Bize karşı olan düşünceyle empati kurup ortak bir zeminde buluşamıyoruz. Mecliste veya halka açık herhangi bir platformda artık biz siyasilerin halka gerçekten dokunan konuları konuşup tartışıp bir sonuca bağladığını göremiyoruz. Muhalefet bir taraftan bağırıyor, hükümet ise bir taraftan kendi kafasına göre yasaları çıkarıyor. Halk ise onların altında kamplaşmış bir şekilde birbiriyle değerler üzerinden tartışmaya devam ediyor. Bir adım geriye çekilip baktığınız zaman sürekli aynı yüzlerin bir kargaşa halinde ileriye doğru yuvarlandığını görüyorsunuz. Hükümet alternatifsiz ve kendi başına, muhalefet yetersiz ve tek adamların arkasında kamplaşmış vaziyette. Halk ise akıntıya kapılmış bir şekilde yaşamaya devam ediyor.

Leave a Reply