Toplum oluşumu itibariyle kendisini var eden bireylere belli roller sunar. Bu roller toplum içerisindeki bireylerin belirgin farklılıklara dayanarak oluşan davranış değişikliklerinin genellemesi şeklinde tezahür eder. Yapılan genellemelerle oluşan roller toplumdaki küçük grupların genel davranış biçimlerini yansıtır. Toplumsal roller, insanları birer birey olarak değil, gruplar içerisinde birbirinin benzeri küçük parçalar olarak ele almayı ve tanımlamayı sağlar. Böylelikle grupların bir sonraki davranışları da yapılan tanımlamalar içerisindeki kalıplara dayanılarak ön görüldüğünde insanların toplumdaki yerleri daha çok kesinleşmiş olur. Cinsiyet roller bu bağlamda göze çarpar. Cinsiyet rolleri insanların birbirlerini anlama çabasına girdiği ilk andan itibaren önümüze çeşitli sertliklerle ve geçişlerle çıkmıştır. Aslında cinsiyet rolleri diğer toplumsal roller ve bu rollerin neden olduğu sınıflar gibi bireyin çevresindeki varlıklarla ve kendisiyle kurduğu ilişkinin bağlamı çerçevesinde şekillenir. Bireyin çevresindekilerle kurduğu ilişki aynı zamanda bir ben kavramının oluşumuna ve bu oluşum aşamasının nasıl bir yol izlediğine bağlıdır.
Birey, somut olarak var olduğu andan itibaren bir özne olma yolunda kendisini keşfetmeye başlar fakat bu keşif tamamıyla içsel bir yolculuk değildir. Kişi çevresindeki varlıklarla yaşadığı deneyimlerle birlikte özünü oluştururken kendisine yaklaşım biçimini belirler. Fakat kişinin özünün var olması süreci içerisinde, birtakım toplumsal roller arasında sıkıştırıp bu rollerin onun öznelliğini bastırıp nesne olmaya zorlamasına neden olabilecek sosyal koşullar bulunabilir. Aslında bireyin kendisi ve çevresiyle özne-özne ya da özne-nesne ilişkisini kurması içerisinde var olduğu toplumdaki güç dinamiklerinin hangi rollerde ve varlıklarda toplandığına bağlıdır. Daha açık bir anlatımla, toplulukların siyasi, ekonomik ve coğrafi kaderi bireyin kendisi ve çevresindekilerle kuracağı ilişkide ve kendisinin toplumdaki yerini belirlemede etkin rol oynar. Cinsiyet rollerinin ve toplumdaki ve dolayısıyla ailedeki güç dağılımı göçebe, yerleşik, animist ya da çok tanrılı dinleri benimsemiş topluluklarda belirgin farklılıklar gösterir.
Göçebelik topluma hareket ve dinamiklik getirir. Toplumun düzenli olarak hareket halinde olması toplum içerisindeki her bireyin birer özne olarak var olma sürecini kolaylaştırır. Bu durum bireyin kendisini fark etme sürecinde dış öznelerin bir nesneyi keşfetmesinin değil fakat müstakbel öznenin keşfedilenden keşfedene yavaş dönüşümünün gerçekleşmesi gerekir. Hareket halinde olunduğu sürece öfke, heyecan, tutku gibi yoğun ve hızlı duygular yerine gözlemleyici bakış açısını öne çıkaran mutluluk, huzur, hüzün gibi yavaş duygular bireylerin ve doğal olarak toplumun psikolojik durumuna hakim olur. Böylece insanlar çevresindekileri ve kendini anlama, anlamlandırma ve algılama çabasına yönelir. Özneler kendi öznelliklerinin doğuşunu bir topluluk içerisinde ve bir aksiyon sürecinde keşfetmeleri çevrelerindeki diğer bireyleri de bilinç düzeyinde herhangi bir kalıba sokmadan fark edebilmelerine olanak sağlar. Bu nedenle göçebe toplumlar daha eşitlikçidir ve toplumsal sınıf ayrımları daha bulanıktır. Aynı zamanda göçebe toplumlarda düzen kurucunun gücü de daha soyut ve belirsizdir. Bu toplumlarda güç nesnelerin yönetilmesi üzerine değil, öznelerin aynı topluluk içerisinde durmasının ömrünü uzatmak üzerine odaklanmıştır. Göçebe toplumlarda erkek diğer toplumlardaki gibi gücü, hareketi ve dolayısıyla değişimi her ne kadar temsil eden ana unsur olarak öne çıksa da kadın gerektiği zaman bireyselliğini kullanarak oynadığı sosyal rolü değiştirebilme fırsatına sahiptir. Devlet de daha cinsiyetsiz ve komün bir güç olarak karşımıza çıkar. Göçebe toplumların çoğunun animist ya da çok tanrılı dinlere inandığı düşünülecek olursa insanın doğadan kopmaması durumunun bireyin kendisini kapsayan toplumla iç içe bir özgürlük ve öznellik arayışına girmesini sağladığı anlaşılabilir. Çok tanrılı dinlerde güç merkezi olarak görülmez ve toplumda bir teklik, dolayısıyla eşitsizlik yaratmaz. Benzer şekilde animist inanışlarda insanın doğadaki varlıklara yaklaşımında bir öznenin başka öznelerin var olma sürecine dahil olma durumu gözlenir. Merkezi güç ve teklik düşüncesiyle oluşmamış topluluklarda aile yapısı güç bağlamında daha homojeniktir. Ailedeki bireylerin birbirlerine olan davranışları bilinç düzeyinde bir anlayıştan ziyade daha duygusal bir kavrayışın ürünü olmuştur. Toplumsal roller varlığını sürdürmekle birlikte aile içerisinde ebeveynler birbirlerinin farklı rollerde ve eylemlerde bulunabilme ihtimallerini daha kolay kabullenir ve hatta aynı eylem içerisinde beraber bulunabilirler.
Yerleşik toplumların sosyolojik yapısı kalıcılığı ve sabitliği esas aldığından dolayı toplumun dinamik yapısı büyük ölçüde kaybolur. Dinamikliğini kaybeden toplum ortaya çıkan yeni koşullara ayak uydurmak yerine ayak diretecek, içerisinde ortaya çıkacak yeni fikirsel oluşumları kabullenmeye değil, onları önceden oluşturduğu rollerin sert kıskaçları arasında sıkıştırmaya çalışacaktır. Bu durumda halihazırda bulunan cinsiyet rolleri bireyin istediği zaman duruma göre bir özne olarak kendi seçimiyle değiştirebileceği kıyafetler olmaktan çıkar, bireyin özünün var olma aşamasına ket vuran birer kaya parçasına dönüşür. Toplum, hareketin getirdiği gözlemci bakış açısından mahrum kalmıştır. Gözlemci bakış açısıyla dış varlık ve fikirler ortak yaşantılarla birlikte duygusal temelli ve bilinç dışında kabul edilirken –dolayısıyla birey kendi özne olma durumunu dış varlıkların özne olma süreci içerisinde birlikte fark edecektir.- kalıcılık ve sabitlik fikrine odaklanan toplumlarda karşılaşılan her değişiklik bilinç düzeyinde bir tanımlama, dolayısıyla kural ve kalıplarla karşılaşacaktır. Tanımlamalarla gerçekleştirilen bir algılama süreci de ister istemez toplumsal rollerin sert bir şekilde bireyler üzerinde uygulanması durumunu getirir
Yerleşik toplumlarda fark edilen en büyük değişikliklerden biri geliştirilen “özel” kavramıdır. Yerleşik toplumlarda gerçekleştirilen ekonomik aktiviteleri belirli bir düzen içerisinde yürütmek için üretilen ürünler ve üretim araçları kişilere özel kılınmıştır. Böylelikle ortaya çıkan artı ürünle ticaret yapılabilecek ve her ürün ve üretim aracının kime ait olduğu bilindiği için bir kargaşanın oluşabilme ihtimali en aza indirilecekti. Yerleşik toplum yapısının belirleyici faktörü olan tarım, çiftçilerin ürettikleri alanı korumak için çevresine çit çekmelerine, aslında kişisel bir alan yaratma ve bu alan içerisindeki materyalleri kişiye özel hâle getirmelerine sebebiyet vermiştir. Toplum yaşamındaki metaların kişiye özel kılınması kişileri sahip olduğu metalarla tanımaya ve algılamaya neden olmuştur. Halbuki insanlar, özneler, şu anki tüketim kültürü içinde olduğu gibi sahip olma işlemiyle ya da çevresindeki nesnelerle değil, içinde bulunduğu eylemlerle tanınmalıdır. Bireyler çevrelerindeki metaları, içinde yaşadıkları evleri kendilerine özel hale getirdikçe diğer öznelerden kendilerini gitgide soyutlamış ve kendi öznesini yaratma ve keşif evresi çevresindeki metaların niteliğine göre kendisine nitelik ve nicelik belirleme evresine dönüşmüştür. Bireyin içinde bulunduğu toplumdan metaların kişiye özel hale getirilmesiyle soyutlanması ve kendisinin tanıyan, algılayan ve düşünen özne olma potansiyelinden algılanan, sabit olan ve üretmeyen nesne olma durumuna düşürülmesi sonucu toplumda karakter yerine tiplemeler ve dolayısıyla roller daha keskin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Özelleşen birey aslında birey değil, bir meta, bir nesnedir. Çünkü teklik, merkezi güç ve sabitlik arzusu bir nesne yaratımı için gerekli koşullardır. Özne ise keşfeden, dinamik ve devamlı eylem içerisinde bulunan konumunda yaşamı boyunca özünün var oluşunu gerçekleştirmeye çalışır. Bu nedenle yerleşik toplum yapısında gelişen “özel” kavramıyla eylem içerisinde tek, öz yaratımı sürecinde farklı olması gereken insan bir nesneye dönüşmüş, toplum yaşamı içerisinde kendisine biçilen roller dışına çıkabilecek düşünsel beceriden yoksun bırakılmıştır. Toplum yaşamında sadece bir tipe ve belli bir cinsiyet rolüne indirgenen birey, çevresindeki diğer bireylere aynı rollerin şekillendirdiği bakış açısından bakacaktır. Böyle bir durumda aile yapısında kadın uyum gösteren, sadık ve toplumsal düzenin ve geleneğin koruyucusu; erkek ise hayatın hareket gerektiren kısmında kalmış, daima güçlü gözükmesi gereken kişi konumunda durur ve birbirlerinin hayatlarına sadece bu perspektiflerden bakabilirler.
Kadının tüm hayatının gitgide bir ev içine sıkıştırılmasıyla hayatın dinamik kısmından koparılması, onun büyüdüğü toplumsal, politik ve dini düzeni tek ve değişmez güç olarak saymasına neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında aslında devlet yapısının mantığındaki gelenek yerleşik toplumlardaki kadın rolünü, devletin ve bürokrasinin kendisi ise erkek rolünü temsil eder. Güç ülkelerin siyasi konjonktürüne göre ülkede el değiştirir fakat gücü kontrol eden mantık aynıdır, değişmez. Erkek de toplumsal rolü itibarıyla hayatın hareketlilik atfeden kısmında yer alır ve değişikliği deneyimleyip, bu eylemi hayatına uygulayabilir. Kadın ise ailenin bütünlüğünü koruma görevini üstlenirken aynı zamanda insan ilişkilerinin dinamiklerinin devamlılığını ve değişmezliğini sağlamış olur.
Günümüzde kadının toplumdaki, dindeki, siyasetteki yerinden söz açılırken aslında değinilmesi gerekilen ana nokta gözden kaçırılıyor. Belli sözcükler dilden silinmeye çalışıldığında ya da yılın belirli günlerinde protesto yapılıp geri kalan zamanda aynı sistemin çarklarına uyum sağlamaya dönüldüğünde cinsiyet eşitliği gerçekleşemeyecektir. İnsanların sosyal kurumlar oluşturmaya başladığı zamanlardan itibaren süregelen bir polemiği sadece olay düzleminde ele almak sistemin çarkları arasına girmiş şüphe taşlarını ayıklamak olur. Toplumda sisteme karşı oluşan şüphe ve rahatsızlık taşları birtakım gösteri ve yüzeysel dil hareketleriyle ayıklanarak çarkların daha rahat hareket etmesine neden olacak ve sistemin ömrünü uzatacak. Kadın erkek ilişkisinde rol dağıtımı sonucu bireylerin tiplere dönüşmesinin temel nedeni kişilerin üretim içerisinde yer almadan sabitlik ve teklik içerisinde sıkışmalarıdır. Bu nedenle önemli olan kadın, erkek, çocuk, hayvan hakları diye ayrı ayrı gruplar şeklinde ele almadan bireyleri çeşitli üretim yollarıyla aynı eylem içerisinde birbirlerinin özne oluşunu algılamaya yöneltmek, dolayısıyla tüketim kültüründen vazgeçerek az ama farklı ve en önemlisi oluşumu bakımından özel olsa da kullanımı bakımından ortak ürünlerin üretimini sağlamaktır.