LigTV‘de çarşamba akşamları yayınlanan Tutkumuz Futbol programının güzel sunucusu Pınar Bekbölet’in Bilkent mezunu olduğunu biliyor muydunuz ? Hatta o dönem kurulan Pazarlama & Reklamcılık Kulübü’nün kurucularından biri olduğunu? Bunları öğrendiğim andan itibaren beni, hem Bilkent hem de futbol üzerine çok keyifli bir sohbetin beklediğini tahmin ediyordum. Şimdi sizi Pınar Bekbölet’in zerafeti ve en içten cevapları ile başbaşa bırakıyorum.
Bilkent’ten mezun olduktan sonra her şey nasıl gelişti? Bilkent mezunu olmak size iş hayatında katkı sağladı mı?
2004 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldum. 2000 senesi İşletme Fakültesi’nin Matematik – Fen mezunlarına açıldığı ilk seneydi. Benim gibi birçok Fen Lisesi öğrencisi o sene bu bölümü tercih etmişti. Özellikle sayısal sınavlarda çan eğrisi öyle yüksekti ki katalog yapılsa daha iyi olurdu diye espri yapardık ama üniversitede iyi bir nesil ile yetişmek hepimizi oldukça memnun ediyordu. Mezun olduğumuzda kurtlar sofrasının ortasında kalmayacağımızın farkındaydık.
Bilkent’in korunaklı bir ortamı olduğu, öğrencilerinin Türkiye’deki hayat şartlarından uzakta bir fanusta yetiştiğine dair bir algı vardır. Oysa birçok özel üniversite ile karşılaştırıldığında Bilkent’in öğrenci profilinin Türkiye mozaiğine daha yakın olduğunu söyleyebilirim. Çok değerli akademisyenlerin varlığı sayesinde mesleki anlamda edindiğim donanımın yanı sıra, üniversite hayatımı böyle bir ortamda geçirmek hayata dair değerli tecrübeler biriktirmeme neden oldu. Bu hayat tecrübesinde, yurtta kalmış olmamın etkisinin de olduğuna inanıyorum. Yurtta kalmak üniversite hayatını dolu dolu yaşamak anlamına geliyor. Yurt hayatı farklı insanları tanıman, birlikte yaşamayı öğrenmen, farklı ortamlara hızlı uyum sağlamayı öğrenmen, kendini törpülemen açısından kıymetli bir deneyim. İyi kötü pek çok şeye tanıklık ediyorsun. Kendi doğrularını ve yanlışlarını şekillendiriyorsun. Mezun olunca gördüm ki bu deneyimler hem özel hayatımda hem de iş hayatımda oldukça işime yarıyor.
Futbol bilginiz, güzelliğiniz ve kültürünüzle günümüzde erkek hegemonyasında olan futbol alanında ilerlemek isteyen birçok genç kızın rol – modelisiniz. Peki sizin bu sevdanız nasıl başladı?
Benim sevdam birçoğumuzunki gibi babadan miras. Birçok kız çocuğu ilk zamanlar babasıyla daha fazla vakit geçirebilmek adına futbola ilgi duyuyor ama eğer içinizde yoksa bu tutku devam etmiyor, barbi bebekler bir şekilde aklınızı çeliyor. Benim futbola olan ilgim de babam sayesinde başladı ama sonrasında aklım hiç başka şeylere kaymadı. Küçüklüğümle ilgili hatırladığım her şeyde futbol var. Babamla, kale kurmak için salondaki koltukların yerini değiştirdiğimiz için annemden yediğimiz azarlar, koridordaki penaltı turnuvalarımızda babamın kazanmama asla izin vermeyişi, mahallede top peşinde koşmaktan dizlerimin sürekli yara bere içinde olması…
Ankara doğumluyum ama ailemin işi nedeniyle Antalya’da büyüdüm ve üniversiteye kadar eğitimimi orada tamamladım. 7-8 yaşında aklım taraftarlığa ermeye başladığında, babam ayda en az bir kere beni otobüsle İstanbul’daki maçlara götürürdü. 12 saatlik otobüs yolcuğunda uyuyamaz, atkıma sıkı sıkı sarılır, yol boyunca içimden tezahüratları tekrarlardım. Bu benim için kutsal bir görevdi.
Birazdan Tutkumuz Futbol’un 125. Programı için stüdyoya ineceksiniz, programın başarısı ortada. Sizinle ilgili derin bir araştırma yaptım, farklı kaynaklardan hakkınızda yazılanları okudum. Bir kadının televizyonda taraftar programı yapmasının tepki almamasını, hatta bu kadar beğenilmesini neye bağlıyorsunuz?
En büyük payı programın fikir babasına vermek lazım, yapılmayanı yapıyoruz. Bu oyunun en büyük sahibi taraftarlar ve onlara ait tek bir program yoktu. Bu ihtiyacın tespit edilmesi de aksiyona geçilmesi de vizyon gerektirir. Böyle bir programda iki kadının olması da cesur bir karar.
Bu işi, ne olursa olsun yaptığı işin kalitesinden asla ödün vermeyen bir kurumda yapıyor olmamız da bir diğer avantajımız. Ekran arkasında özveriyle çalışan bir ekibimiz ve ekran önünde çok iyi anlaştığım iki partnerim var. 4 senedir tek bir problem yaşamadık. Bu noktada Burcu ile önceden tanışıyor olmamız ve Okay Karacan’ın televizyonculuktaki tecrübesi de önemli. Futbolu seven insanlar futbolu seven insanlar için program yaparsa, samimiyet ekrana yansır. Sanırım işin sırrı bu.
Kilit kelime samimiyet sanırım. Erkek izleyici ekranda yorum yapan bir kadın görünce, “Sen kimsin de bize taraftarlığı anlatıyorsun?” diyebilirdi. Ekranda ahkam kesiyor gibi görünmüyorsunuz, yaşanmışlığınız var.
Haklısın. Ama biliyor musun aslında kadın erkek fark etmez, tribünlerden gelmemiş birinin tribünler hakkında konuşmasına kimse tahammül edemez. Hayatında bir kere bile deplasmana deplasman otobüsüyle gitmeyen adam bana futbol sevdasından bahsettiğinde ciddiye almam, sen alır mısın? O tribünlerde büyümemiş olsam, taraftar programı yapmayı asla kabul etmezdim.
Bu sezon cumartesi-pazar sabahları “Maç Sabahı” isimli programı da sundunuz. Futbolun teknik taktik kısmını ön planda olduğu bir iş yaptınız. O nasıl bir deneyimdi?
İki programın ekran önü ve ekran arkası ekipleri birbirinden farklı. Güzel bir ekip ile çalışıyordum, ne şanslıyım ki bir güzel ekiple daha çalışma fırsatım oldu. Çok şey öğrendim. Yeni bir format, yeni insanlar. Pek çok kişi, bizi ekranda izlediğinde Murat ve Engin ile yıllardır tanıştığımızı sanıyor. Programdan bir hafta önce tanıştık. Bizi bir araya getirenlerin bir bildiği varmış. 34 haftayı alnımızın akıyla tamamladık, çok keyif aldığım bir deneyimdi.
34 hafta boyunca Süper Lig’deki tüm takımlar… Gerçekten bütün maçları izlediniz mi, zor olmadı mı?
Ne yazık ki henüz izlemediğim maçı, izlemişim gibi anlatacak ekran tecrübem yok. Evet izledim, aynı anda oynanan maçları kaydedip izledim. Maç sonu Depar ve Maraton’u da izledim, çünkü muhabir arkadaşlarımız bağlanıp kadroları ve takımlarla ilgili son gelişmeleri bildiriyordu. Bunları bilmeden o gün oynanacak maçlar hakkında nasıl konuşabilirim ki. Cuma- cumartesi geceleri geç yatıp erken kalktık, hiçbir sosyal hayatımız yoktu ama sabah birbirimizi görünce yorgunluğumuzu unutup derin bir futbol sohbetine dalıyorduk. Program öncesi ve sırasında Twitter’dan gelen yorumlar da işimizden keyif almamızı sağladı. Engin programı kapatırken esprili bir şekilde, “Saatlerinizi 08:59’a kurun yarın sabah sizi bu ekranda bekliyor olacağız.” diyordu. Bir süre sonra bazı izleyicilerimiz 08:59’a kurulmuş saat fotoğrafları paylaşmaya başladı, motivasyonumuz iyice arttı.
Hatrı sayılır bir hayran kitlesine sahipsiniz. Daha da önemlisi söylediklerinize de yazdıklarınıza da saygı duyuluyor. Ama sosyal medyada Galatasaraylılar Fenerli, Fenerliler Beşiktaşlı, Beşiktaşlılar Galatasaraylı olduğunuz hissiyatına kapılmış. Siz kendinizi nasıl bir taraftar olarak tanımlarsınız?
Benim takımım ezeli rakibini varını yoğunu ortaya koyarak yensin, şanlı tarihine layık olsun, armasının onuruna leke düşürmesin isteyen bir taraftarım. Hak etmediği mağlubiyete üzülmem, hak etmediği hiçbir galibiyete sevinmem. Sosyal medyadaki kafa karışıklığı ondan olmuştur. Taraf olmamın objektif olmamın önünde bir engel olmadığını gösterir, demek ki kendimi doğru ifade edebiliyorum.
Lig Tv’deki işleriniz bir yana, GQ Türkiye dergisinde de hem futbol, hem de futbol dışı konularda yazarlık yapıyorsunuz. Bu kadar iyi yazabildiğinizi ne zaman fark ettiniz?
Aslında ben değil, GQ dergisi Genel Yayın Yönetmeni Okan Can Yantır fark etti. O zamanlar Esquire’ın başındaydı ve sadece Twitter üzerinden bir tanışıklığımız vardı. Tribundergi’de yazdığım futbol yazılarını okumuş, dergisinin futbol özel sayısı için bir yazı yazmamı istedi. Sonrasında dergide sürekli yazmamı teklif etti. Ben futbol dışında yazabileceğime inanmıyordum, beni o cesaretlendirdi. İlk zamanlar zorlandım ama sonra baya keyif aldığımı fark ettim. GQ Türkiye’ye geçince de onunla beraber ben de transfer oldum. Hem futbol yazıları, hem de ikon olmuş isimlerin hayat hikayelerini yazıyorum. İkon yazısı yazmak zor, efsane olmuş bu insanların defalarca yazılmış hikayelerini tutulmamış bir tarafından tutmak hiç kolay değil ama hayata dair o kadar çok şey öğretiyor ki, asla pes etmiyorum.
Hem GQ Türkiye dergisi, hem de Tutkumuz Futbol programı için birçok önemli röportaj gerçekleştiriyorsunuz, bu röportajlara kendinizi nasıl hazırlıyorsunuz?
Röportaja gideceğin kişiyi çok iyi tanıman gerekiyor, birçok farklı kaynaktan okuman, sorularını önceden hazırlaman gerekiyor. Ben biraz farklı bir yöntem kullanıyorum. Kayıt almıyorum, not tutmuyorum. Zaten yazmaya değecek olan şeyler, bende iz bırakacak şeylerdir. Onları da unutmam. İlaç sektöründe 5 sene ülkenin en iyi psikiyatristleri ile çalıştım, yurtdışında dünyanın en ünlü psikiyatristlerinden eğitim aldım. Sorduğum soruların cevaplarından çok vücut dili, tepkileri, seçtikleri kelimeler gibi onları ele verecek ayrıntıları önemsiyorum.
Unutamadığınız bir röportaj var mı?
Cristiano Ronaldo’nun lansman toplantısında heyecanlandım. Drogba’nın profesyonelliğine hayran kaldım. Semih Kaya röportajı çok keyifliydi ama son yaptığım Şenol Güneş röportajı unutulmaz diyebilirim. Aylarca telefonumu açmadı, bir senedir kimseye konuşmuyordu ve transfer görüşmeleri başlamıştı. Ne yapıp edip kızının telefonunu bulduk, araya onu soktuk. Dünya bir yana, kızları bir yana. Bir araya geldiğimizde “Beni öyle bir yerden yakaladın ki, helal olsun sana.” dedi. Tam 4 saat anlattı. Zor beğenir, biliyorum. Neyi yazıp neyi yazmayacağıma karar vermek kolay olmadı. Röportaj yayınlandığında aradı, “Sabahtan beri arkadaşlarım arayıp tebrik ediyor, ben de merak edip aldım, çok güzel olmuş, eline sağlık.” dedi. Unutulmaz bir andı.
Gelelim Bilkent öğrencilerinden gelen sorulara:
Medyadaki bütün bu işlerinizin yanında bu senenin başına kadar bir de Johnson & Johnson’da İş Geliştirme Müdürü’ydünüz. İlaç sektöründe hayranlık uyandıracak bir kariyeriniz vardı. Bütün bunları 24 saate nasıl sığdırabiliyorsunuz ?
Sığdıramıyorum aslında. Bu bir tercih meselesi, hayatın birden fazla yerinde var olmaktan huzur buluyorum. Nedeni biraz kişiliğim, biraz da Bilkent’in eğitim sistemi. Bilkent gibi üniversitelerde kendini hayatın birden fazla alanında geliştirmezsen uzun dönemde başarılı olamayacağını öğreniyorsun.
Bir diğer soru da şu olmuş: Sizi ekranlarda her zaman koruduğunuz güler yüzünüz ve pozitif enerjinizle görüyoruz, bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bu soruda annemin kulaklarını çınlatacağım. “Yıllarca hafta sonları seni erken kaldırabilmek için her yolu denedim, başardığım nadir anlarda da kahvaltı masasına somurtarak oturdun. Artık sabahları kahvaltıyı hazırlayıp Lig Tv’yi açıyoruz, ben başaramadım ama futbol seni sofraya güler yüzlü oturtmayı başardı.” diyor.
Hayatta en sevdiğin konu hakkında konuştuğum, sevdiğim insanlarla çalıştığım için ekranda güler yüzlü oluyorum sanırım. Rol yapmayı beceremiyorum. Ruh halim ekrana anında yansıyor o yüzden program öncesi mümkün olduğunca gereksiz muhabbetlerden uzak duruyorum. Şaşkınlığım, üzüntüm, kızgınlığım nadiren de olsa ekrana yansıyor. Bizi yayına hazırlayan, saçımızı, makyajımızı yapan ekibin de pozitif enerjisinin de bizim ekrandaki enerjimizde büyük katkısı var. Sabahın köründe bile çok eğleniyoruz.
Son sorumuz, televizyoncu olmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?
Öncelikle senin gibi birinci sınıftan itibaren staj yapmalarını tavsiye ederim. Her işte olduğu gibi bu işinde mutfağını öğrenmek zorundasınız.
Karar aşamasında etkili olacak bir diğer unsur, ekran ışığının hırs ve egoyu besliyor olması. Aslında ben bu konuda tavsiye verecek doğru kişi değilim, çünkü insanların kim olduğunun değil yaptıkları işlerin kalitesinin değer gördüğü bir kurumda çalışıyorum. Bu açıdan çok şanslıyım. Ancak bu sektörde yakın arkadaşlarımın başına gelenler ya da şahit olduğum bazı olaylar o ışığın altında uzun süre kalan insanların insanlıklarını nasıl unuttuğunu anlamama neden oldu.
Son olarak, canlı yayında kariyeriniz pamuk ipliğine bağlı. Ağzınızdan nasıl çıktığını anlayamadığınız ya da bütün iyi niyetinizle söylediğiniz tek bir kelime tüm emeklerinizi siler atar. 5 dakikalık bir canlı yayınınız bile olsa, bittiğinde herkesin “Geçmiş olsun” demesinin nedeni budur.