Profesyonel teniste Çek asıllı tenisçilerin her daim önemli yerleri olmuştur. 1993 yılında Çekoslovakya yıkılana kadar, ondan sonra da Çek Cumhuriyeti adı altında Çek asıllı sporcular teniste hep önemli yerlere sahip oldular. Özellikle kadınlarda, 1980’lerden itibaren büyük sporcuları en üst seviyede izliyoruz. Aslında Çek asıllı kadın sporcuların yükselişinin en önemli noktalarından birisi Martina Navratilova’nın 1978 yılında Wimbledon’ı kazanması gibi gözüküyor, zira Navratilova 80’lerde 15 Grand Slam daha kazanırken, kadınlar tenisi de başka başka yıldızlar çıkarmaya başlamıştı bile.
Navratilova kariyerinin başında ABD vatandaşlığına geçmiş olsa da, 80li yılları sürklase eden Çek asıllı efsane tenisçinin arkasından Helena Sukova da en üst arenada kendisine yer edinmeye başlamış, Avustralya ve Amerika Açık turnuvalarında ikişer, Roland Garros’ta da bir yarı final görmeyi başarmıştı. Kariyerinin devamını harika bir çiftler oyuncusu olarak şekillendiren Sukova özellikle 90’lı yıllara gelindiğinde saygın bir çiftler oyuncusu olmuş ve Grand Slam’leri birer ikişer kazanmıştı.
90’lı yıllarda üst sıralarda Çek asıllı bir tenisçi daha gördük: Jana Novotna 1998’de Wimbledon’u kazanana dek Avustralya’da bir final, Fransa ve Amerika’da da iki yarı final oynamış ancak ilk ve tek Grand Slam kupasını İngiltere’de, Wimbledon’da kazanmıştı. Bu Wimbledon şampiyonluğu önemlidir çünkü Novotna daha önceki iki finalinden ilkini 1993’te Steffi Graf’a, ikincisini de 1997’de Martina Hingis’e yenilerek sonlandırmıştı. Kadere bakın ki, 1998’de Novotna Londra’da yarı finale çıktığında, karşısında yine Martina Hingis’i bulmuştu. Önceki senenin rövanşını alan Novotna finale yürümüş ve kupayı da çok zorlanmadan kazanmıştı. Bu kupa, 2011 yılında Petra Kvitova gelene kadar Çek asıllı bir tenisçinin kazandığı son Grand Slam kupasıydı. Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Jana Novotna’nın bu ani ölüm haberi, tenis dünyasını yasa boğdu ve Novotna ile birlikte yaşadığı dramatik finaller de tekrardan hatırlandı.
Kvitova’ya gelmeden önce, 2000’li yıllarda üst sıraları zorlayan Nicole Vaidisova ve Daja Bedanova’ya da değinmek istiyorum. Vaidisova 2000’li yıllarda en büyükler sahnesine çıkmış, 2006 Roland Garros’ta kariyerinin ilk yarı finalini Svetlana Kuznetsova’ya karşı oynamış, 2007’de Avustralya Açık yarı finaline kadar çıkarken de çeyrek finalde o günlerde yeni yeni sahne alan vatandaşı Lucie Safarova’yı safdışı bırakmış, yarı finalde ise Serena Williams’a kaybetmişti. 7 numaraya kadar yükseldiği zaman olan 2007 yılı kendisinin en başarılı dönemiydi. Yine 2000’li yıllarda Daja Bedanova kendini göstermiş, 2001 Amerika Açık’ta çeyrek final oynamış ve 2002 yılında 16.sıraya kadar çıkmıştı.
2010’lara geldiğimizde ise, Petra Kvitova artık hepimizi mest etmeye ve kupalar kazanmaya başlamıştı. 2010’da oynadığı yarı finalden sonra 2011’de Wimbledon’u kazanmış, ardından iki numaraya kadar yükselip İstanbul’daki sezon sonu turnuvasını da kazanmıştı. Takip eden yıllarda, iki sene çeyrek finalde elendikten sonra Wimbledon’u 2014’te bir kez daha kazanarak üst sıralarda kalıcı olacağını bir nevi kanıtlamıştı. Uzun süre sakatlıklardan dolayı üst sıralarda görememiştik Kvitova’yı ancak bu sene Wimbledon’daki dönüşünden sonra adım adım yukarılara tırmandı, şimdi de 29. sırada. Önümüzdeki yıl kendisini çok daha yukarılarda göreceğimiz kesin gibi.
Şimdiyse Karolina Pliskova, uzun boyu ve ace silahıyla kadınlarda tenisin zirvesinde dolanıyor. Yine Çek asıllı bir tenisçi en yukarılarda ve önümüzdeki sene Kvitova’nın da ilk 10’a döneceğini varsayarsak, Çek tenisi için 2018 yılı zirve yıllarından birisi olabilir. Pliskova çok başarılı bir yıl geçirdi: 2016 Cincinnati Masters kupasının hemen ardından Amerika Açık yarı finalinde Serena’yı safdışı bırakıp finalde Kerber’in rakibi olmuştu. Formunu bu sezona taşıyan Pliskova; Brisbane, Doha ve Eastbourne’den zaferle ayrıldı, Roland Garros’ta yarı final oynadı ve Amerika Açık’ta da çeyrek finale yükseldi. Aslında ben bu yıl kendisinden bir Grand Slam şampiyonluğu bekliyordum, ancak bir türlü olmadı. Ama kaderin cilvesi ki, Wimbledon’da 2.turda elendikten sonra çok beklediği 1 numaraya yükseldi. Angelique Kerber’in maç kazanamamasına rağmen birinci sırayı işgal ettiği zor zamanlardı onlar, neyse ki geçti.
Toparlamak gerekirse, Çek tenisinin kadınlardaki saygınlığı artarak devam ediyor. Son 40 yılda çok başarılı sporcular çıkaran Çek halkının bugünkü büyük yıldızı da Karolina Pliskova. Pliskova’nın en çok güven veren yanı bence istikrarı: Büyük turnuvaları kazanamasa bile her daim üst noktalara kadar geliyor ve bu istikrarı kendisini ilk 4’ün değişmez parçası haline çoktan getirdi. Geçen yılın sonunda Amerika Açık’ta final, bu yıl Avustralya ve Amerika’da çeyrek final, Roland Garros’ta yarı final, Singapur’da sezon sonu finallerinde yine yarı final oynarken, sadece Wimbledon’da büyük bir hezimet yaşadı.
İlk 4’teki diğer sporculardan Halep Avustralya ve Amerika’da ilk turlarda elendi, Svitolina ise çeyrek finalin ötesine hiç geçemedi. Demek istediğim, Pliskova’nın Grand Slam’lerdeki tutarlılığı onu ilk 4’te tutmaya yetiyor. Turun ace konusundaki lideri olmasını da eklersek, Pliskova bulunduğu yeri hak etmiyor demek haklı bir argüman olmaz bence. Petra Kvitova’nın dönüşü belki Pliskova’yı tahtından indirip Çek tenisinin zirvesine Kvitova’yı tekrardan taşıyacaktır, ancak emin olduğum tek şey bu rekabetin kazananının WTA turu ve Çek kadınlar tenisi olacağı.