İngiliz Tarihçi Arnold Joseph Toynbee şöyle tarif ediyor İbn-i Haldun’u:
“Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi.”
Onu bu denli meşhur kılan eseri ise Mukaddime yani 7 ciltlik “Kitâbu’l-İber”in sadece önsöz kısmıdır. Mukaddime’deki en önemli tespitlerinden biri ise yaptığı tipolojidir. İbn-i Haldun’a göre iki tür umran(toplum) vardır:
[box_light]Bedevi Umran ve Hadari(Medeni) Umran[/box_light]
Devletlerin kaderini belirleyen de bu iki umran arasındaki çatışmadır. Bedevi Umran’da “asabiyet” güçlüdür. Bu kavramı milliyetçilik, ırkçılık olarak da yorumlayabiliriz; birbirine bağlılık, dayanışma şeklinde de. Fakat bu toplumlar “mülk”e yani devlete sahip, ya da egemen değillerdir. Zamanla mülke sahip oldukça Hadari Umran’a dönüşmeye başlarlar ve bilim, sanat, ekonomi gibi alanlarda gelişirler. Bu sürecin tabi sonucu olarak asabiyet ise giderek azalır. Ta ki, bir başka Bedevi Umran gelip mevcut Hadari Umran ile çatışıp onun yerini alana kadar.
[box_light]Tarihe şöyle bir göz gezdirince akla gelen örnekler de İbn-i Haldun’u doğrular nitelikte.[/box_light]
Kadim Türkler ile başlayalım. Yerleşik düzene geçene kadar Çin’i hemen her savaşta mağlup eden hatta vergiye bağlayan Türkler’in, yerleşik hayata geçtikten sonra nasıl asimile olduğuna göz atabiliriz; yahut Avrupa içlerine ilerleyen Hunlar’ın bu bölgede uğradığı asimilasyona. Kavimler göçü sonucu yıkılan Roma İmparatorluğu da güzel bir örnek gibi duruyor. İsrailoğulları’nın 40 yıl çölde bekledikten sonra vaadedilen toprakları alması, Selçuklular’ın Bizans’tan aldığı Anadolu’ya gelip yerleştikten sonra Moğollar tarafından tarihten silinmesi, küçücük bir beylik iken cihan imparatorluğu olan Osmanlı’nın 19.yy’da patlak veren milliyetçilik akımıyla Balkan topraklarını kaybetmesi…
[box_light]Bu teoriyi destekler nitelikteki son örneğe bakacak olursak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu görürüz.[/box_light]
Pek çok etnik kökeni içinde barındıran Osmanlı’nın çöküşü ile oluşan boşluğu dolduran, “asabiyet”i yüksek bir ulus devlet. Cumhuriyet’in ilk yıllarına bakalım; ümmetçi anlayıştan milliyetçi anlayışa geçerken bunun toplumda kabul görmesi kolay olmamış. Bunun üzerine bir dizi inkılaplar, devrimler yapan “asabiyet”i yüksek bir kadronun ülkeyi yönettiğini görebiliyoruz. Lakin devrimler, inkılaplar benimsenmeye başladıkça dinamizmi kaybolan ve “asabiyet”ini yitiren bir kadro var. Bu kadronun yerini 1950 seçimlerinde daha “asabi” ve daha “bedevi” bir kadro alıyor. Sonrası malum, bu iki Umran’ın çatışması.
[box_light]İşte bu çatışmada giderek ötekileşen iki temel grup var: Siyasal İslam ve Kürt hareketi[/box_light]
1960’larda Milli Türk Talebe Birliği ile başlayan, Akıncılar, Anadolu Gençlik ile devam eden ve nihayet iktidara uzanan yolculuğunda siyasal islamın “asabiyet”ini kaybetmeye başladığını ve aslında başından beri çatıştığı “Hadari Umran”ın yerini almaya başladığını söyleyebiliriz. Bu durumda elimizde tek bir “Bedevi Umran” kalıyor ki o da Kürt Hareketi. “Olur mu canım! Taş çatlasın %10 oyları var!” gibi tepkiler gelebilir. Siyasal İslam’ın şu an bulunduğu konuma 50 yıllık bir çalışma ile geldiğini düşünürsek ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Selahattin Demirtaş’ın yakaladığı ivmeye bakarsak, İbn-i Haldun’un çarkı bir kez daha işleyecek gibi görünüyor.