“…“Kabul!” sesleri üzerine tutanak okundu. Öneri dolayısıyla görüşüldü. Sonunda yasa, birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleriyle alkışlanan söylevleriyle onaylandı.”
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Nutuk
Bu sözler sarf edildiğinde, on yıllardır ilm-i siyasetle ve makus talihle cebelleşen yorgun milletin tarihinde yepyeni bir sayfa açılıyordu. Sürecin aktörleri, aynı neslin çocuklarıydı. Mustafa Kemal’ler, Enver’ler, İsmet’ler, Fevzi’ler, Kazım’lar, Ali Fuat’lar birbirlerinden bir sene önce, bir sene sonra kılıç kuşanmışlar ve gençliklerini savaş meydanlarında harcamışlardı. Yaptıkları işlerde, oynadıkları kumarlarda kimileri kazanırken, kimileri acısını tattı kaybetmenin. Sonunda toprak olup gittiler. Daha da önemlisi, tarihe mâl oldular.
Arkalarında; kimisinin sımsıkı sarılacağı, kimisinin lanet okuyacağı bir miras bıraktılar ve milletçe bugün bu mirasın 90. sene-i devriyesini kutluyoruz. İyi ama bu kadar kolay mı bu işler? Yani ‘kutlayıvermek’ veya elimize bayrağı alıp sokağa çıkıvermek… Ya da ne bileyim, herkesin suçladığını suçlayıvermek, herkesin kutsadığını kutsayıvermek…Milletin içinden geçtiği cendereyi, kazananın kazanmayı nasıl hak ettiğini, kaybedenin niye kaybettiğini, terk edenin niye terk ettiğini, yine bu milletin evlatları olarak bilmemiz sizce de boynumuzun borcu değil mi?
Arzu ederseniz, gelin elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce “Yaşasın Cumhuriyet” diye sonuçlanan bu uzun ve meşakkatli süreci güzelce bir değerlendirelim. Ama her zaman söylediğim gibi: Haklıya hakkını, suçluya suçunu hakkaniyetle teslim ederek…
Osmanlı’da ‘Cumhuriyet’ sesleri ilk kez duyulmaya başladığında takvimler 1916 yılını gösteriyor. İlk zamanlar, asker-yönetici seçkin çevrelerden duyulmaya başlanan ve ciddi bir destekçi çoğunluğa sahip olmayan bu fikrin esin kaynağı, bilinenin aksine, Fransız cumhuriyet sistemi değil. Kaldı ki o yıllarda cumhuriyet, Avrupa’da yaygın bir model değil. Ordu içinde Mustafa Kemal gibi reformcu-yenilikçi askerlerin var olduğu bilinmekle beraber, bu fikrin cumhuriyet fikri değil, ordunun siyasetten uzaklaşması anlayışı olduğunu biliyoruz. Mustafa Kemal bu fikrini ta 1909’daki, Trablusgarp delegesi olarak katıldığı İttihat Terakki kongresinden beri savuna geliyor. Zaten 1916 yılının ortalarına kadar Osmanlı için işlerin çok da kötü gittiğini söyleyemeyiz. Bu yıllardaki genel kanı, savaşın kazanılacağı yönünde. Kim bilir? Bunu, dönemin İttihat-Terakki baskıcılığına da bağlamak mümkün ama ülke seçkinlerinin büyük çoğunluğunun, fırkayla aynı fikirlere sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
O dönem, hal-i hazırdaki anayasal sisteme göre, Sultan V. Mehmed Reşad’ın meclisi dağıtmak gibi bir hakkı olmakla beraber, 4 ay içinde seçime gidilmesi zorunluluğu da bulunuyordu. Padişah V. Mehmed Reşad’ın, ağabeyi II. Abdülhamid gibi siyaseten aktif olmak isteyen bir figür olmadığı ve kendisinden sonra yerine geçecek olan Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’nin de, iktidardaki İttihat-Terakki’ye yönelik bir tepkiselliğinin bulunmadığı bilindiğinden, İttihat-Terakki için işlerin iyi gittiğini söylemek mümkün. Ancak Şubat 1916’da Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’nin intiharı hesapları bozuyor ve iktidar partisinin başındaki isimleri yeni arayışlara itiyor.
Başta Talat Paşa gibi isimleri yeni çareler aramaya iten sebepse, Padişah’ın kardeşi Vahdettin’in (Mehmed Vahidüddin) veliaht olarak, tahtın varisi durumuna gelmesi. Vahdettin’in eskiden beri İttihat-Terakki’yle arasının iyi olmadığı, daha doğrusu İttihatçılara güvenmediği herkesçe biliniyor. Bu süreçte bazı İttihatçılar, cumhuriyeti ilan etme fikrini ciddi şekilde ele alıyorlar. İkinci bir seçenek olarak, babadan oğula veraset sistemini geri getirerek Vahdettin’i by-pass etme fikri de gündeme geliyor, ancak dönemin şartlarında bunu yapmaya kimse cesaret edemiyor. Daha da kötüsü, Vahdettin’i gelecekte sultan yapmak istemediklerinin, Vahdettin’in kulağına gitmesine engel olamıyorlar. Böylece tarihin içindeki determinizmin bir örneği olarak, siyasi hesapların bir sonucunda yepyeni bir siyasi sistem beliriveriyor.
Nitekim V. Mehmed Reşad vefat ediyor ve sakıncalı prens, VI. Mehmed Vahdettin ismiyle Temmuz 1918’de tahta çıkıyor. Bu sıkıntılı zamanlarda tehlikeli bir makama oturan çiçeği burnunda sultan için işler ilerleyen süreçte tabi ki iyi gitmiyor ve aldığı kararlarla birlikte tutumu ciddi şekilde eleştiriliyor. Tecrübesiz, içine kapanık ve aynı zamanda selefinin aksine, ipleri elinde bulundurmak isteyen bu yeni sultanın attığı adımlar, Osmanlı askerî bürokrasisi içinde rüzgarın doğrultusunu yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor.
İşte “Yaşasın Cumhuriyet” sesleriyle nihayete eren Cumhuriyet serüvenimiz bu şekilde savaşlarla, siyasi hesaplarla, taktiklerle, stratejilerle baş gösterdi. En başta bir avuç yönetici askerî elitin anlayışı olarak ortaya çıkan bu fikir, ileride Padişah’ın kaçırdığı fırsatlarla ve daha da önemlisi ‘Millicilerin’ kartları doğru oynamasıyla giderek büyüyecekti. Her geçen gün destekçisini artıran bu akım bir süre sonra hayalden çıkıp gerçeğe dönüşecek ve yıllar sonra iktidar olmanın ötesinde ‘muktedir’ olacaktı.
[box_dark]KAYNAKÇA[/box_dark]
– Kinross, Lord (1960). ATATÜRK: Bir Milletin Yeniden Doğuşu
– Atatürk, M. Kemal (1927). Nutuk
– Armağan, Mustafa (2011). Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz
– Atay, Falih Rıfkı (1955). Mustafa Kemal’in Ağzından Vahidettin
– NTV Tarih Dergisi. Sayı 33. (Ekim 2011)