Enstitü Öncesi Dönem
Köy Enstitüleri, planlandığı ilk günden kapatıldığı güne kadar büyük tartışmalara sebep olmuş; günümüzde dahi etkileri büyük ses getirmeye devam eden, Cumhuriyet’in belki de en radikal atılımlarında biridir. 1940 yılında Köy Enstitüleri Yasası’yla hayata geçirilmeden önce de; köy ve köylüyü kalkındıracak eğitim reformları denenmiş fakat başarılı olunamamıştır. 1926 yılında, ülke genelinde ilkokul sayısı 4.770 iken öğretmen sayısı da yalnızca 9.062’ydi. Şehir ve köy arasında ise çok büyük bir uçurum vardı. Mevcut okullar ve öğretmenler kenttekilere anca yetiyorken köydeki hayat ve çocuklar ikinci planda kalıyor, eğitimleri savsaklanıyor ve içinden çıkılması zor bir hal alıyordu.
Dönemin Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, 1926 yılında Denizli ve Kayseri’de açtığı Köy Öğretmen Okulları’yla çözüm bulmaya çalışsa da, beklediği sonuca ulaşamamış ve bu okullar altı sene gibi kısa bir sürede kapatılmıştır. İlkokul reformu, özellikle de köylerde yapılması şart olan reform, CHP öncülüğünde tekrar masaya yatırıldığında köy enstitülerinin atası sayılabilecek bir uygulama bulunmuştu: onbaşı ve çavuş olarak askerlik görevi yapan gençler, köylerinde eğitmen sıfatıyla bir dizi görev üstlenecek; tarımdan, okuma-yazmaya çeşitli alanlarda köylüyü eğiteceklerdi. 1936’dan 1940’a kadar bu uygulama çeşitli yollarla devam etti ve başarıya ulaştığı görüldükçe de, gerek devlet bütçesinden gelen yardımlarla gerek de dönemin siyasilerinin hususi ilgileriyle köy enstitülerine evrildi.
Enstitülere Genel Bakış
Enstitülerin amacı, şehirli ve köylü arasındaki uçurumu azaltmak, köyden kente başlayan yıkıcı göçleri önlemek, daha da önemlisi köylüyü eğiterek aydınlanmayı ve demokrasiyi bir ‘kök’e bağlamaya çalışmak olarak görülebilir. Köye öğretmen hazırlamak ve çocuklara verilen temel eğitimin yanında yetişkinlere etkili tarımı, verimli hayvancılığı, dikişi nakışı öğretmek, hatta basit sağlık eğitimi vermek görev tanımlarına örnek verilebilir. Hasan Ali Yücel’le yüksek bir statüye ve ilgiye kavuşan enstitüler, köye gitmeye çekinen, köydeki yaşamı bilmeyen ve yöre halkına ulaşmakta zorluk çeken öğretmenlerden ziyade; köyü tam anlamıyla bilen, tarımdan ve hayvancılıktan haberdar, köylüyü anlayan, kendisi de köylü fakat ‘aydın’ birer köylü olan eğitmenler yetiştirmekti. 1940’ta çıkarılan Köy Enstitüleri Kanunu’yla, deneme okulları enstitü adı altında işleyişlerine devam edeceklerken, yeni açılan on yedi kurumla birlikte yeni ve daha güçlü bir dönem başladı. Çevre illerin merkezinde olmasına dikkat edilen bu okullarda, eğitim süresi beş yıldı ve döneminde büyük tartışmalara sebebiyet verecek şekilde karma eğitim verilmekteydi.
Dersler ise her türdendi. Edebiyat, matematik, müzik, resim, yöresine göre tarım ya da hayvancılık, dikiş… Hayatın kendisinde kullanabilecekleri dersleri gören öğrenciler, sabahları derslerini görüp akşamları derslerini uygulayacakları alanlarda çalışıyorlardı. Sonraları kurulan Hasanoğlan Köy Enstitüsü ise, en başarılı öğrencilerin gittiği ve gerçek bir yüksek öğrenim seviyesinde ders aldıkları bir kurumdu. Yapımı imece usulü gerçekleşen ve temelinde yüzlerce öğrencinin emeği olan bu okulda; kütüphane, amfi tiyatro, müzik ve sanat odaları gibi dönemin şartlarında hayli ilerici sayılabilecek bölümler vardı. Köy Enstitüleri’nin göz bebeği olan bu okul, hem ülke genelinde hem de ülke dışında örnek olarak gösterilmesi için tasarlanan bir proje okuldu da aynı zamanda. Ankara’ya yakın olması sebebiyle siyasilerin de sık sık uğraması, İsmet İnönü’nün yakın ilgisi gibi etkenlerle; kapatıldığı 1947 yılına kadar hayli büyük bir öneme sahip olmuştur.
Mezun verdiği yüzlerce öğrenci arasında onlarca yazar, fikir insanı çıkaran Hasanoğlan, tanınmamış fakat bir o kadar yetenekli de mezunlar vermiştir. Hemen her mezununun bir müzik aleti çaldığı, her sene yirmi beş tane klasik dünya eseri okuduğu göz önüne alınırsa sebebi daha rahat anlaşılabilir. Talip Apaydın, Fakir Baykurt ve daha niceleri bu okuldan mezundur. Eserlerinde enstitüler, köy ve köylü hayli net bir şekilde belirgindir. Nice müzisyen, yazar ve şairin köylerde tarım ve hayvancıkla geçecek bir hayattan sıyrılmaları sağlanmış ve eğitim eşitliğinin getirileri net bir şekilde ortaya konmuştur. Fırsat verilen çocukların, cevherlerin nasıl işlenebileceği ve köylünün nasıl modernize edileceği açık bir biçimde gösterilmiştir.
İsmail Hakkı: Köylülerin Tonguç Baba’sı
Tüm bu projenin arkasındaki kişi ise, köylüyü adeta çocuğu gibi görüp onu büyütmeye çalışan İsmail Hakkı Tonguç’tur. Tonguç, Bulgaristan asıllı bir göçmen olarak Türkiye’ye geldiğinde, parasız ve ne yapacağını bilemez bir haldedir. Elindeki az parasını kaybedince de yolu bir şekilde dönemin Eğitim Bakanı Şükre Bey’le rastlaşır ve hayatını değiştiren kırılma böylece gerçekleşmiş olur. Şükrü Bey’in desteğiyle öğretmen olması için önce Kastamonu Öğretmen Okulu’na, daha sonra da İstanbul Öğretmen Okulu’na yazdırılır. Mezun olduğunda o ve bir grup arkadaşı Almanya’ya eğitim için gider ve orda sadece ilmi eğitim almakla kalmaz; modern şehir düzenini öğrenir, müzeleri gezer, tiyatroları inceler kısacası çağdaş bir toplumu yakından inceleme fırsatı yakalar. Fakat savaş yılları olduğu için eğitimini devam ettiremez ve 1919 yılında yurda dönerek ilk görev yeri olacak olan Eskişehir’e gider. Sadece kısa bir süre görev yapma şansı yakalayan Tonguç, işgallerin şiddetini arttırmasıyla Ankara’ya gelir ve mesleğini yerine getiremeden, para kazandıracak her türlü işi yapmaya başlar.
Cumhuriyet’le birlikte her ne kadar eğitim reformları yapılmak istense de, parasızlık buna büyük bir engeldir ve ülke genelinde eğitim çok büyük sıkıntıdadır. Yine de, tüm bu zor şartlarda, hükümet bursuyla Tonguç tekrar Almanya’ya gönderilir ve bu sefer güzel sanatlar okulunda eğitim almaya ve daha sonraları anılacağı ‘ressam hoca’ lakabını kazanmaya hak kazanır. Belli süreli birkaç yurt dışı eğitiminden de sonra, sanatın dallarında hayli bilgi sahibi olan Tonguç; Türkiye’ye döndüğünde Gazi Eğitim Resim-el işi öğretmenliğine atanır. Eğitimin nasıl verilmesi konusunda önemli düşüncelere sahip olan ‘ressam hoca’, küçük çocuklara bilginin oyun yoluyla aktarılması gerektiğini savunurken, yetişkinlere eğitimin ancak uygulamaya izin verilmesi sayesinde verilebileceğini savunuyordu. Geleneksel eğitim modelinden ziyade, dokunmaya, yapmaya yani aktif öğrenime inanıyordu. Özelikle yurt dışında katıldığı uygulamalı sanat dalları ve fiziki eğitimlerde edindiği bu görüş, köy enstitülerinin de temelini oluşturacaktı. 1935’te eğitim bakanının değişmesiyle, eğitimde yeni arayışlar başladı. Her ne kadar önceki denemeler olsa da, o güne kadar köklü bir çözüm bulunamamıştı.
Saffet Arıkan, dönemin Eğitim Bakanı, ilkokul genel müdürlüğüne resim el-işinde hayli başarılı olan ve yenilikler getiren İsmail Hakkı Tonguç’u atar. Tonguç’un çalışmaları hemen başlar ve hedefine öncelikle köy sorununu koyar. Köydeki öğretmen eksikliği, köylünün bilinçsizliği Hasan Ali’nin de yardımıyla, köy enstitüleri kurularak giderilmeye çalışılır. Tonguç, köy halkına derin bir saygı duyuyordu ve köylüye yardımın anca onu anlamakla olacağını söylüyordu. Aşağıdaki sözü düşünce yapısını özetler niteliktedir.
“ Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver (aydın) insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lazımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvela büyük alimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra alimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır.”
Dönemi için çok büyük bir işe girişen Tonguç, bir sürü eleştiriye maruz kalmıştır. Hem sağcılar hem de solcular farklı açılardan bu okulları eleştirmekte ve her yeni gün Ankara’da bir mesele çıkmaktadır. Solcular, çocukların sömürüldüğünü ve devlete tek tip asker olarak yetiştirildiklerini ileri sürerken; sağcılar da komünist yetiştirdiklerini söyleyerek bu okullara karşı gelmişlerdi. Bütün eleştirilere karşı, inandığı ve yıllarca tasarladığı sistemi savunmak zorunda kalan Tonguç, Demokrat Parti’nin güçlenmesiyle eleştirilerle daha fazla başa çıkamaz hale geldi ve komünistlikle suçlanarak görevine son verildi. Kısa bir süre sonra da köy enstitülerinin sonu gelecekti.
İsmail Hakkı Tonguç, kısa bir süre içinde, binlerce gencin hayatına dokunmuş ve o gençlerin de köylerde on binlerce kişiye dokunmasına yardım etmiştir. Enstitülü öğrencilerin ‘Tonguç Baba’sı olmuştur. Köylüyü düşünen, gelişmesi için her şeyi yapan Tonguç, yıllar önce kendisine verilen öğretmen olma fırsatını yoksul çocuklara sağlamış ve yeni bir düzen oluşturmaya çalışmıştır. Yıllar içinde Köy Enstitüleri’ne sürekli geziler yapmıştır.
Öğrenciler mandolin çalarken, tiyatro oyunu sergilerken, tarım yaparken onları izlemiş ve bu anları ölümsüzleştirmek için de fotoğraflar çekmeye çalışmıştır. Fakat bu fotoğraflar arasında kendisini görmemiz pek mümkün olmaz. Tonguç, poz veren değil; fotoğrafı çekendir çünkü. Sadece gölgesini görürüz çocuklarla. Belki de Tonguç’u ve yaptıklarını anlatan en iyi örnek de budur. Hiçbir zaman ön planda durup ilgi çekmeye çalışmamıştır, her zaman işlerini yapan ve bir şeylerin mimarı olan kişidir. Gölge adamdır Tonguç, insanların hayatına şöyle de olsa bir değmiştir ve gölgesi de günümüze hala uzanmaktadır. Toprağa attığı tohumlar filizlenmiştir ve sökülüp atılması mümkün olmamıştır. Romanlarda, şiirlerde, türkülerde, her yerde fikri hala daha yaşamaktadır.
Tonguç’un Kadrajından…
Kaynakça
1- Özsoy, Seçkin. “A Utopian Educator from Turkey: İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960).” Journal for Critical Education Policy Studies (JCEPS) 7.2 (2009).
2-Kartal, Sadık. “Toplum kalkınmasında farklı bir eğitim kurumu: Köy Enstitüleri.” Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 4.1 (2008).
3-https://www.youtube.com/watch?v=zP7X36MscBo