“İnsanın hem ölümünü nesnellikle yaşayıp hem de ıslık çalması mümkün değildir.”
-Woody Allen
Ölüm hakkında yazılan yazılar bana hep, dünyanın en afili ironilerinden biri gibi gelmiştir. Yaşayan birinin ölüm hakkında bir şeyler yazması, Peter Pan’ın kendi tonton, beli bükük, bastonlu ihtiyarlık zamanlarını yazmasından daha olağanüstü değildir. Ama; “İnsan sadece deneyimlediği bilgiyi yazar.” diye bir kaide olmadığı için, bu da diğer her şey gibi normal, basit, düz bir tespitten ibarettir.
Diğer yandan, bu tür yazıları incelediğimiz zaman iki koldan ilerleyen bir diyagramla karşılaşırız; çünkü ölüm denen bahsin iki sonucu olur: Gidenler ve kalanlar.
Birazdan mercek altına girecek kitabımız da, aslında kalanları anlatan cemiyetin üyelerinden. Yalnız ufak bir fark var. Bu sefer, bir ölenin ardından kalanları görmeyeceksiniz. Bu sefer giden, bizzat ölümün ta kendisi.
Her doğan insanla beraber tekrarlanan bir arayış var. Okul kitaplarında, mitolojilerde anlatıldığına göre, sonsuzluk isteği gizli olan hücrelere sahibiz. Bir sonraya kalma arzusu aktarılıyor DNA’larımızda belki de… Hatırlanmak istiyoruz. Birileri, bizden kaç zaman sonra dahi ismimizi zikretsin diyoruz. Tarihin kabarık sayfalarında yitip gitmekten korkuyoruz çoğumuz. İstisnalar olsa da, ademin hamurunda ölümsüzlük iksirini bulmak, tüm madenleri altına dönüştürebilmekten bile önce geliyor.
Bu konuda çalışmış binlerce simyacı kayda değer bir şeyler bulmuş mudur bilemeyiz. Bildiğimiz kadarıyla, hala hepimiz eninde sonunda ölüyoruz. ‘Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’ adlı kitabında istediğimizi bize veriyor Jose Saramago ve “Ertesi gün hiç kimse ölmüyor”.
Bir sabah ölümün gittiği bir ülkede uyandığınızı düşünün. Her şeyi zıddıyla açıkladığımız algoritmalar işlevsiz hale gelmeye başlarsa ne olur? Ölüm yoksa, yaşam olur mu? Olursa nasıl bir şey olur? İsim değişikliğine mi gideriz sözlüklerde? Ama; acaba sandığımız kadar büyüleyici mi olur her şey? Yoksa sonsuzluk da bir başka hapishaneye mi dönüşür?
Bu sorulara alacağınız yanıtlar, kitapla sizin aranızdaki muhabbete kalmış olsa da; ‘Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’un izinde gidilen distopya, içimizdekini sorgulatan, sorgularken müzelik cevaplar kazandıran bir kitap. Bana kalırsa, bu kitabın penceresinden bakacağınız manzara görülmeye değer.
Tek gerçeğimiz olan ölüme, yokluğuna daha yakından bakmak isteyenlere geliyor bu eser.
Günümüzde olanları düşünün, her zaman tekerrür eden tarihi… Afrika’da açlıktan ölen çocukların olmadığını, savaşlarda masum kanının akmadığını, ya da ‘pisi pisine’ diye tabir ettiğimiz ve olayın ciddiyetine olan saygıyla karışık suskunluğumuzu zedeleyen ölümlerin olmadığını… Bir de ölüm döşeğindeki yaşlılarınızın ölemediğini düşünün… Tek kurtuluşu ölüm olan insanların dünyaya prangalanmış olduğunu… Çapraz sorguda hızlı bir beyin fırtınası imkanı sunan bu kitabı lütfen okuyun. Hiç ölmemiş insanların, ölüme dair yazdığı en samimi kitap olabilir kanımca. Sonuçta kitap, en iyi bildiğimiz ve aslında hiç de bilemediğimiz yerden geliyor; Yaşamak’tan. Ya da ölümün olmadığı bir ülkede nasıl adlandırılıyorsa, oradan.
Bu distopya kurgusunun tüm çekiciliğine rağmen son olarak demek istediğim, giden olmanın nasıl bir şey olduğunu geri dönüp de anlatan yok ama; kalan olmak ile ilgili her gidenin ardından öğrenilmeye çalışılan bir mücadele var. Tüm kalanların o mücadeleden ruhu bütün çıkabilmesi temennisiyle.