Sizce bir yazıyı, herhangi bir yazıdan farklı kılan unsur nedir?

Peki sıradan bir yazıyı nasıl bir gize çevirebiliriz?

Çoğumuzun aklına cevap olarak yazının fonetiğini, edebi içeriğini veya ruhunu değiştirmek gelmiş olsa da bu bilimde yazı karakterlerini anlamanız imkansız! (Tabi eğer bir stenograf değilseniz…)

Gizli, dar, çabuk yazı anlamlarına gelen stenografi, bazı şifrelerle oluşturulmuş karakterler veya ifadelerdir.

Stenograflar yani tutanak memurları ise günümüzde çoğunlukla meclis oturumlarında bulunurken nadiren de mahkeme duruşmalarında yer alırlar.

Başlangıçta aldıkları 1 senelik eğitimle kalmayıp ileri eğitimler için çeşitli mülakatlardan geçtikleri takdirde fazladan eğitim alırlar. Sürecin sonunda ise stenograflar, dakikada ortalama 250 kelime yazabilmelidir çünkü onlar zamana karşı yarışıp politikayı ifadelere dökmektedir. Söylenenleri, ifadeleriyle birlikte kelimesi kelimesine kayda geçmek zorunda olduklarından üzerlerinde oldukça ciddi bir yük vardır.

Böylesine gizemli olan bu alfabenin yazıya geçirilmesini sağlayan aygıt ise dar anlamına gelen stenodur. Bu makineler, alfabenin geçmişinin aksine ilk defa 1700’lü yıllarda Avrupa’da bilhassa İngiltere parlamentolarında kullanılmaya başlanmıştır.

Steno, biçimsel olarak daktiloyu andırmasına rağmen aslında özel bir yazı makinesidir. 22 tuşuyla, çeşitli yazı ve noktalama karakterleriyle steno; otokopili* kağıttan yapılma ince uzun rulolarıyla da bu şifreleme sisteminin yüzyıllar boyunca gizli tutulmasını ve korunmasını sağlıyor.

Ayrıca çoğumuzun tespihlerden bildiği katalinden** yapılma (tuşlara çok hızlı basıldığından kolayca aşınmaması için) klavyesiyle, sıradan plastik bir klavyeden daha farklı bir deneyim sunan steno; aynı zamanda klavyesinin sol tarafında dört çift sessiz harf, sağda beş çift sessiz harf ve ortasında ise dört sesli harf barındırır. Diğer tuşlar ise noktalama işaretleri ve boşluk bırakmak içindir.

Uzun süre kullanılmayan stenolar, içindeki makine yağının donması sebebiyle bozulabilir. Bu durumu engellemek için kullanılmayan stenoların düzenli olarak bakımı (en az yılda bir) yapılmadır. İlginçtir ki halihazırda kullanılan stenoların bakıma ihtiyacı yoktur çünkü, çift elle ve eş zamanlı birkaç harfe basılmak suretiyle kullanıldığı için makine yağı hiçbir zaman soğumaz.

Tarihçesi ve Benzerleri

İbraniler, ünsüzleri yazıp ünlüleri atarak bazı kelimelerin sadece ilk harflerini yazmak gibi yöntemleri kullanarak kısa yazı yazmaya çalışmışlardır. Bunun yanısıra çoğumuzun bildiği üzere Mısırlılar; Enchoric, Hicratic ve Hieotoglyphic adını verdikleri yöntemlerle simgeler kullanarak ifadelerini şekillere dökmüşlerdir.

Diğer bir yandan Romalılar döneminde hayat bulduğu sanılan steno, birçok kaynağa göre ilk defa Marcus Tullius Tiro tarafından, ünlü filozof Cicero’nun eserlerini kaydetmek için kullanılmıştır. Bundan yola çıkarak, ilk çağlarda kilise vaazlarını, filozofların ve ünlü hatiplerin sözlerini ve nutuklarının kaydının tutulması amacıyla kullanılmıştır diyebiliriz. Dolayısıyla çoğunlukla düzensiz, belirsiz kelimeleri simgelerle, işaretlerle ve kısaltmalarla oluşturulmuş bu yazılar, stenografinin öncüsü olmuştur.

Tiro’nun yazılarındaki ifadeleri revize eden Seneca’yı da unutmamak gerek. MS 500’lü yılların sonlarında 50 civarı Roma okulunda, kendisinin yaklaşık 8.000 karaktere çıkardığı stenografinin okutulması onun sayesindedir. 6. yüzyıldan sonra geçerliliğini kaybetmeye başlamış ve hatta 13. asırda Roma İmparatoru olan Frederick, steno ile yazılmış olan yazıların yok edilmesini emretmiştir. Karanlık çağlara girildiğinde ise steno kullanılması katiyen yasaklanmıştır.

Buna rağmen dönemin papazı Trithemius, bu yok olmaya yüz tutmuş alfabeyi tekrar gün yüzüne çıkartmak için çalışmalar yürütmüştür. Fakat ortaçağdaki pek çok öncü gibi onun da eseri yakılmış, o da büyücülükle yaftalanmış ve ölüme terkedilmiştir.

Modern stenografiyi merak ediyorsanız eğer, rotamızı İngiltere’ye çevirmemiz gerekiyor çünkü bizi burada stenografinin asıl geliştiricisi Isaac Pitman karşılıyor. 1837 yılında fonetik sistemi geliştirerek sadece İngiltere ile kalmayıp Amerika’daki okullarda da kullanılmasını sağladı.

Bilimsel ortamda ise ilk defa 1983 yılında Simmons tarafından “Prisoner Problem”’in
tanımlanması ile başlamaktadır. Kısaca Bob ve Alice adındaki iki mahkum, hapishaneden kaçmak için planlar yapmaktadırlar ve gardiyan olan Willie bunu sezmemelidir. Bu nedenle de çeşitli gizli haberleşme yöntemleri geliştirilmiştir ve bazı yöntemler sonucunda stenografi bir bilim olarak da varsayılmakta, üzerinde çeşitli yaklaşımlar üretilmektedir.

Gizlenecek mesaj + Örtü nesnesi = Stego dosyası

formülündeki stego dosyası sayesinde gizlilik sağlanmış olur. Burada temel amaç, gizlenecek olan mesajı örtü dosyası içerisine gizleyerek, üçüncü kişiler tarafından bilinmezliğini sağlamaktır.

Peki Gizleme İçgüdüsü, Politikayı Nasıl İfadelere Döktü?

Kaçınılmaz olarak insanlık tarihi boyunca bir şeyleri hep gizleme ve üçüncü bir kişiden saklama ihtiyacı duyuyoruz. Merak etmeyin stenografiyle ilişkisinden bahsedeceğim fakat öncelikle sizi ufak bir zihin turuna çıkaracağım. Stenografiden ziyade sizlere konuyu farklı bir perspektiften alacak olursam, homosapiensler yani biz insan türü, türünün başlangıcından beri bir şeyleri gizleme içgüdüsüyle hayatta kalabiliyor. Stenografi bunun sadece günümüzdeki adli, politik ve askeri bir yansıması.

Belirsizlik ve gizlilik aslında insanlık tarihinden beridir insanların gözünü korkutan ve bir o kadar da meraka sürükleyen iki temel unsundur. Bu iki öge, insanların hoşuna gitmez çünkü monoton gündelik yaşamlarımızı bizlere unutturan ve merak eden varlıklar olduğumuzu hatırlatan, bizi düşündürmeye ve kendi vicdanımızla baş başa bırakmaya yönlendirenler de onlardır aslında.

Belirsizliği daha sonra konuşmak üzere rafa kaldırıyorum… Gizlilik ise bizim avcılık toplayıcılık dönemlerinde bile değer verdiğimiz bir unsurdu. Bu yüzden tıpkı günümüzdeki gibi kendi güvenlikleri için kendilerine bir sığınak arayıp mağaraları akabinde basit yerleşim yerlerini benimsediler/inşa ettiler, bedenlerini gizli tutmak için çeşitli hayvan kürkleri, postları ve kuş telekleriyle örtündüler ve tıpkı günümüzdeki gibi mental sağlıklarını çevreden gizli tutmak için belki de en olmayacak kişi veya kişilerle gizliliklerini paylaştılar çünkü biz, türdeşlerimize ihtiyaç duyan sosyal varlıklarız. Bizi neandartellerden ayıran ve baskın tür olmamızı sağlayan temel unsur da buydu zaten. Fakat hem stenografinin hem de diğer metotların unuttukları bir şey vardı:

''Bir sır, paylaşılırsa sır olmaktan çıkar.''

Bu yüzden devlet sırlarımızı korumaları için steno yazarları tıpkı Hipokrat Yemini gibi bir yemin ederler. Yapılan araştırmalara göre, katılımcılar sırların kendilerini gerçek dışı hissettirdiğini fakat hayatlarından daha az tatmin olduklarını söylediler ve hatta ”Bir insanın aynı anda ortalama 13 tane büyük sır tutarmış” argümanını da doğrulamış oldular. Tıpkı çok fazla sır tutmanın, depresyondan koruyan dopamini azalttığı gibi. Belki de bizim travma dediğimiz, bizi içten içe yiyip bitiren bazı gizlilikler vardır ve belki de bazılarının açığa çıkma vakti, kendimizle yüzleşme vaktimiz gelmiştir. Kim bilir? Belki de sağlığımız için açığa çıkarmalıyız. Slepian’ın konuyla ilgili şu sözleriyle kapanışı yapıyorum:

"Kötü haber şu ki, sır saklamak zorunda olmasanız da sık sık sağlığınızın zararlı olduğunu düşünebilirsiniz"

Buna nazaran iyi tarafından bakarsak, eğer en zararlı şey sır hakkındaki düşüncelerinse, onun hakkında daha az düşünmeni sağlayabilirsen ya da değiştirebilirsen, bu olumsuz etkiyi hem kendinden hem de çevrenden uzaklaştırabilirsin. Tıpkı stenografların da kendi içerisinde sayısının fazla tutulup birbirleriyle etkileşimde bulunabilme iznine sahip oldukları gibi.

Farklı bir deneyimde yine, takipte kalın esenlikle…

Kaynakça:

  • Okutkan, M., Stenografi, İstanbul 1991
  • https://yucebilgi.net/stenografi-nedir-stenograf-nasil-olunur/
  • https://core.ac.uk/download/pdf/50609050.pdf

Leave a Reply