Ankara’da doğdum ancak İzmir’de büyüdüm. Bu sebeple hayatımın en doğusu Ankara oldu bu zamana kadar. Geçen hafta ani bir kararla İzmir’den kalkıp evimden tam 1600 km uzaklıktaki Mardin’de yaşayan kuzenimi ziyaret etmeye karar verdim. En ön cam kenarı bir uçak bileti aldım ve uçağa bindim. Yanımdaki aşiret kadınlarının bana Mardin’de gezilecek yerleri anlattığı yaklaşık 2 saatlik uçak yolculuğumun ardından milyonlarca yıllık tarihi barındıran bu kente vardım. Araba kiralamak ya da birinin beni alması yerine, insanların içine karışarak kültürü daha güzel deneyimleyeceğimi biliyordum. Bu yüzden uçaktan indikten sonra geçirdiğim bir dört saatte daha maskemi takmaya devam ettim. Kuzenim Mardin’in Midyat ilçesinde olduğu için, 2 farklı dolmuş değiştirerek ve yaklaşık 80 km yol alarak Midyat’a vardım. Yol boyunca bir dizi talihsizlik yaşadım. İlki, çok sevdiğim siyah hafif topuklu terliklerim koptu ve onları değiştirmek için valizimi açtığımda fark ettim ki çantamdaki kremler patlamış ve kıyafetlerimi batırmıştı. Yine de kuzenime kavuşmak en önemli arzumdu, o yüzden bu durumu önemsemedim.
Akşam altı sularında artık Midyat’taki evimize varmıştım. Kuzenimin Chinchilla cinsi iki kedisi var ki, bunlar en tüylü kedi ırklarından biri. O güne kadar bilmediğim bir alerjim varmış, kedi tüyü :( Çok üzüldüm çünkü bu hem konforsuz bir tatil hem de kedileri seven biri için büyük bir ikilem demekti. Ben de onları günde bir kez seviyor ve sonra da burnumun kanamasıyla ilgileniyordum.
Gezimize dönersek; ilk günün akşamında, Midyat’taki tarihi evleri ve pasajları gezdik. Evler tarihi, pasajlarda ise antika ürünler bulunuyor. Daha sonra da The God Father setini andıran hem taş hem de lüks bir evin tam karşısındaki La Grotta kahvecisine gittik. Muhtemelen bölgenin en zenginlerinden olan ev sahibi, gerçekten bir kabadayı enerjisi veriyordu, ki biz sadece La Grotta’nın terasından gördüğümüz kadarıyla bunu söyleyebiliyorum. La Grotta ise Fransızca’da “mağara” anlamına geliyor, taş yapı içine gömülü bir dizaynı olduğu için de bu isim ona tam uyuyor. Sahipleri benim şehre ilk defa geldiğimi öğrenince, kahveyle kalmayıp, Mardin kavunu ikram ettiler. Hafif mayhoş bir tadı vardı.
İkinci gün araba kiraladık ve Mardin’in merkezine indik. Merkezde bize önerilen Seyri Mardin’de güzel bir kahvaltı yapmak istedik. Mardin’in, daha doğrusu Eski Mardin’in en işlek caddesi olan 1. Cadde üzerinde, bütün Mardin manzarasını altına alan bir kahvaltıcıydı; ancak park yeri bulamayınca, yine manzarası güzel ancak çok da kaliteli olmayan bir yerde kahvaltı yaptık. Gittiğimiz yerin manzarası, bize Türkiye’de değil de bir çölde olduğumuz hissi verdi. Yavaş çekimde videoya kaydettim. Belki arkadaşlarımı Afrika’ya gittim diye kandırabilirim :D O kafede beni şaşırtan bir diğer durum da maymun beslemeleriydi. Hiç hoşlanmadım. Bir evcil hayvanmış gibi tasmayla bağlamışlardı çünkü.
Daha sonra yürüyerek Mardin’in taş sokaklarında kaybolduk. Güzel fotoğraflar çekindik, Süryani şarapları tattık. Zinciriye Medresesi’ne gittik, ancak bizim ilgimizi fazla çekmedi. Ortasında küçük bir havuzu olan medreseyi çekeceğiniz fotoğraflar için öneriyorum. Şaşırtıcı derecede iyi pozlar çıktı.
Akşama doğru karnımız acıkmaya başladı, bir pastaneden Süryani çöreği aldık. Yediğim en güzel şeylerden biriydi. Alaçatı kurabiyesini bilir misiniz? Süryani çöreğini, onun, içi hurma ve dışı susam dolgulu hali diye tarif edebilirim. Hemen her fırında pişen ve sık tüketilen bir ürün olduğundan tazeliğini de hep koruyor. Bölgenin denenmesi gereken lezzetlerinden biri. Çöreklerimizi aldıktan sonra, bir kitap kafeye uğradık, ki bu taş yapının da yapımı en az 200 yıl öncesindeydi. Kahve molasından sonra, caddelerdeki takı ve gümüşçüleri gezdim, tele şekil verilmesi ile yapılan telkari sanatının güzel örnekleri, özel ve mistik taşlarla bolca altın ve gümüş mücevherat vardı diyebilirim.
Takılara baktıktan sonra, bir Süryani şarabı aldık ve Mardin’e bir buçuk saat uzaklıkta olan Diyarbakır’a doğru yola koyulduk. Amacımız burda akşam yemeğini yemek ve gezmeye vakit ayırabilmekti, ancak vardığımızda hava çoktan kararmış olduğu için yemek yemek ve tarihi surlarını görmekle yetindik. Gittiğimiz yer bölgenin en ünlü kebapçılarından, Diyarbakır’ın merkez çarşısındaki surların içinde bir restorandı. Öncelikle mezeler geldi ki, 4 farklı aşırı özenli salata ve acılı ezmeden oluşuyordu. Ben yarım porsiyon kuşbaşı şiş söyledim, kuzenimse ciğer şiş söyledi. Acı yiyemeyen biri olarak bu önemli detayı garsona sormayınca, yemeğin yarısını bile yiyemedim. Ancak lezzeti acı yiyebilen biri için harika olmalı. Fiyat ve performans açısından Ankara’daki Aspava’lara göre gerçekten ucuz olması da ayrıca şaşırttı. Oradan çıktıktan sonra biraz yürüyüş yaptık, kültür olarak inanılmaz karışık bir yer, bünyesinde tabiri caizse hem Tunalı Hilmi’yi (Diyarbakır’ın Diclekent semti), hem de Çinçin’i (Yenişehir) beraber barındırıyor. Diyarbakır’a “Doğunun Paris’i” diyorlardı sanırım, Diclekent civarına bakınca bunu anlayabiliyorum.
Üçüncü gün, Midyat’a döndükten sonra, öğleden sonra saat ikiye kadar uyuduk, bu yüzden gezmeye fırsatımız olmadı, dinlenmeyi tercih ettik. Ancak yine de yerel lezzetleri tatmayı ihmal etmedim. Sütlü baklava dedikleri, tatlının üzerine dökülen şerbet yerine süt kullanılmış bir fıstıklı baklavaydı bu. Güllaçın baklava versiyonunu düşünün. Akılalmaz derecede iyiydi.
Dördüncü gün, Süryani kiliselerinden birine gitmek istedim. Adı Mor Gabriel’di. Midyat’ın 23 kilometre doğusunda yer alan bu manastır, yüksekçe bir tepede tam bir inziva alanı. Manastırı yaptıran din adamları Mor Simon (Şemun) ve Mor Samuel (Şmuel). Mor, Süryanice’de “aziz” anlamına geliyor, manastırın inşa edilme tarihi ise, 397 senesi.
“Doğu Roma imparatoru Kral Theodosius (408-450) çağında lahitlerin konacağı abide evi, Meryem Ana Kilisesi, Resuller Kilisesi, Kırkşehit Kilisesi, Mor Şmuel Mabedi, kral kızı Theodora’nın Mor Şmuel tarafından iyileştirilmesi nedeniyle Theodora Kubbesi, Mor Şemun Mabedi yapılmıştı”.
İlk dönemlerde Mor Simon (Şemun) ve Mor Samuel (Şmuel) ismiyle anılan bu yapı, daha sonra Turabdin Metropoliti Mor Gabriel’in (634-668) hayatını bu manastıra adamasıyla Mor Gabriel adıyla anılmaya başlanmış. Mor Gabriel ve Mor Simon’un gösterişsiz mezarlarını da barındıran bu manastır, halen 50 Süryaninin (rahibeler, rahipler, öğrenciler ve görevliler) yaşadığı bir mabed. Süryanilerin bir diğer şaşırdığım özelliği ise, günde tam 7 kere ibadet etmeleri. Mor Gabriel’de fotoğraflar çekinirken bir bakmışsınız, arkanızdan bir rahibe geçiyor. Manastırın, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabından uyarlanan aynı isimdeki filminin setine benzerliği de gözlerden kaçmıyor.
Manastır gezisi sonrası karnımız acıktı, 20 km daha yol yaparak bir Süryani köyü olan Kafro’ya pizza yemeye geldik. Köy, yine aynı adı taşıyan Kafro Pizzeria ile ünlenmiş ki, kapıdan girer girmez bizi saran efsane baharat kokusu da bunu kanıtlamış oldu. Pizza konusunda gerçekten damak zevkime güveniyorum ve Kafro’nun pizzası, şimdiye kadar yediğim en iyi pizzalardandı. Bence iyi pizzacı, vejeteryan pizzaları da iyi yapan yerdir. Söylediğimiz pizzalardan biri sebzeliydi ve içindeki patlıcanın, kabağın tadını ayrı ayrı alabiliyordum. Pizzaların tek eksiği, aslında fazlası demeli, yağıydı. İkinci verdiğimiz siparişte, yağının az olmasını istedik. Ve voila!
Muazzam bir pizza!
Böylece son günü de tamamladım ve dört gün önce Ankara’ya döndüm. Alışmaya çalışıyorum ancak okul 2 hafta daha online olacak, bakalım yine yol görünüyor mu bana?
Sevgiler, yolda kalın.
Kaynakça
https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/mardin/gezilecekyer/mor-gabriel-deyrulumur-manastiri
https://www.yenisafak.com/hayat/dinlerin-ve-dillerin-kesistigi-yer-mardin-3449346