Hepimizin hayatında kabul etmek zor olan olaylar olmuştur ya da herkes kabul edilmesi zor durumlarla karşılaşmıştır. Yani, illa ki göze batan, zaman zaman acıtan ya da sonrasında bir daha aynı olamayacağımızı anladığımız durumlar. Bazen bir akraba, eş, dost, ailenizden herhangi biri ya da sevdiğimiz birinin ölümü, aynı Deli Tarla öyküsündeki miras kavgaları gibi pek çok olay. Deli Tarla ’dan bahsetmişken, öyküdeki tarlanın gizemi çözülmeseydi bile o tarla deli olarak kalacaktı her zaman. Tabii ki buradaki tarlayı metaforik olarak ele alıyorum. İşte hayatlarımızın o bazen bilinmeyen, içimize attığımız, sakladığımız, saklanamayan, dışarı vuranları da beğenmediğimiz kısımları da deli tarlanın ürünleridir. O tarlaya adım attıktan sonra bütün bilinenler tersine dönebilir. Bizi biz yapan, bazen bizi diğerlerinden soyutlayan özelliklerimiz ya da başkalarını soyutlamamıza sebep olan özellikleri de böyledir bence. Ne kadar kendimiz şekil vermeye çalışsak da günün sonunda yine aynı insan olduğumuz gerçeği peşimizi bırakmaz. Ya da içimizde çöreklenmiş ama farkında olmadığımız arzularımız, hislerimiz, kendini belli eder. Kendimizi bulma arayışında, labirente düşmemizdir bu. Orada her zaman kendinden bir tane olduğunu hissedersin fakat sana o kadar uzak gelir ki yabancı hissedersin. Sonrası sonsuz bir boşluğa bürünür bizim için. Olmak istediğimiz ve olduğumuz arasında kaybolduğumuz, gelip gittiğimiz kocaman bir boşluk. Fakat herkes bilmediğinin yabancısıdır. Ve insan bazen kendine bile yabancılaşır. Çok sevdiğim yazar Paulo Coelho bu duruma şöyle bir açıklama getiriyor, “Bazen kendimize yabancılaşmaya ihtiyaç duyarız. İşte o zaman ruhumuzda saklı olan ışık, görülmesi gereken neyse onun üzerine düşer.” Yani anlayacağınız, kayboluş da bir ihtiyaçtır. İnsan her zaman her istediğini elde edemez. Ya da kendini arar, bulamaz. Bu yolculukta sürüklenirken kırılsak da yine umut ederiz, yine severiz, yine güleriz ve sonunda ağlayacağımızı bilsek bile bilmezden geliriz. Bu kayboluşlar, kendimizi bulmamız için bir başlangıçtır bazen. Ruhumuzdaki o ışık görülmesi gereken o karanlık yere düşmüştür yine anlayacağınız. İnsan, kendi başına deli bir tarladan ibarettir gözümde bu yüzden. Bu tarlaya dışarıdan gördüklerini, yaşadıklarını ve deneyimlerini eker biçer ama özünde toprağı aynı olduktan sonra ektiklerini ne kadar biçebileceğine kendisi karar veremez. Yani, bir meyve ya da sebze her toprakta yetişemeyeceği gibi, insanın kendisinde de her şey istenildiği gibi değiştirilemez. İnsanın özündeki yabancı ne yapar eder kendini belli etmenin bir yolunu bulur. Fakat insan kendine yabancı olma durumunu sakinlikle aşıp, deneyimlediklerini özümser ise, değişim için attığı bir adım bile dezavantajı avantaja çevirebilir. Eğer herkes aynı deneyimlere aynı şekilde tepki verseydi, insanların birbirinden farkı olmazdı ve farklılıkların yoksunluğundan, kimse de değişecek ve gelişecek motivasyon olmazdı. Başka bir deyişle, doğru bildiğimiz her an yanlış, yanlış bildiğimiz de her an doğru çıkabilir ve bu durumu kabullenmek ile değişimi ve dolayısıyla da gelişimi başlatabiliriz bence. Aynı Figen ve Kerim’e de olduğu gibi “Yıldızların yerde de olabileceğine inanıyorduk artık.”
Deli Tarlalarımızın bizi yanılttığı bir nokta ise umutlarımızdır. Umutlarımız yaşam arzumuzu perçinler fakat dengeyi kuramazsak onların peşinden koşarken kayboluruz. Deli tarlanın bizi durduracak dikenli otları her zaman olmayabilir fakat tarlanın sonu koca bir bataklık olabilir. Umutlarımız bizi koşturmaya devam eder, ta ki tarlanın sonundaki o bataklığı görene kadar. Söz konusu bataklık olsa bile, hemen umutsuzluğa kapılalım da demiyorum. Fakat tedbirli olmakta fayda var çünkü hayatın karşımıza ne zaman neyi çıkaracağını bilemeyiz.
Peşinden koştuklarımız, hayallerimiz, o çok istediğimiz her ne varsa, irili ufaklı fark etmeksizin, hepsi bizim deli tarlalarımız, yani deli gibi çalışan beynimizin oyunu haline geliyor bir süre sonra. Aslında o çok istediğimiz şeyler, istemediğimiz, belki de elde ettikten sonra istemeyeceğimiz şeyler olabiliyor. Anlayacağınız, insan maymun iştahlı. Gördüğümüz bir fotoğrafa, bir gezi rehberine ya da kataloğa bel bağlayıp her şeyi elde etmek istiyoruz. Aslında bu istediklerimiz, bir anlık yanılgı olabilir. Diyelim ki o fotoğrafı görmeseydik, fotoğraftakini o denli güçlü bir arzuyla ister miydik? Bilinmez. Bu yüzden insan nefsine kapılır her zaman, aradığı şeyin aslını kaçırır. Elde ettiğinde de aradığı şey özünde kendisine ait değildir belki de. Bunu fark eder ve hayatına kaldığı yerden, bu sefer de farklı hedefler peşinde devam eder. Aslında kaçırdığı aradığı şey değil, yine kendi özüdür.
Fakat burada önemli olan, insanın acele etmeden arayışını devam ettirmesi, yolun getirdikleri ile kavga halinde olmak yerine kayboluşu çaresizleştirmeden kabullenip, gelecek adımlarını daha sağlam basarak, yenilenmesidir. Her ne koşulda olursa olsun, hayat ne getirirse getirsin, insan kendine yeni bir yol çizebilmeli, yabancı kaldığı yerde korkmamalıdır. Ancak bu şekilde günün sonunda aynaya baktığımızda içimiz bir nebze de olsa daha rahat, ve biraz daha kendimiz ile tanıdık olabiliriz bence.
Referanslar
Coelho, Paulo. Elif. Can Sanat Yayınları A.Ş., Kasım 2021.
Yaşar, Şermin. Deli Tarla. Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş., Kasım 2020
https://www.google.com/url?sa=i&url=https%3A%2F%2Fwww.indyturk.com%2Fnode%2F336946&psig=AOvVaw3Rhmv4lTMePx4F3uEyfWUo&ust=1671264776088000&source=images&cd=vfe&ved=0CBAQjRxqFwoTCNDrqszY_fsCFQAAAAAdAAAAABAS