Osmanlı’yı da Cumhuriyet’i de anlamanın yolu, Balkanlar’ı anlamaktan geçer. Rumeli’nin toplumsal ve etnik yapısına, devletin 550 yıllık Rumeli politikasına, bölge insanının, tarihte de bugün de, Osmanlı’ya ve Türkiye’ye bakışına şöyle bir göz atacak olursak, bu topraklar bize çok önemli sırlar verecektir, yüzyıl öncesiyle ilgili. Bugün Doğu Avrupa’da, Müslüman’a Türk, Türk’e Müslüman gözüyle bakılıyorsa; üstelik Müslüman’la gayrımüslim yüzyıllarca birlikte, aynı coğrafyada yaşayabilmişse, buradaki hikmeti ve erdemi görmekle yükümlüyüz. İşte bu 550 yıllık iksir 20. yüzyılın başında 1. ve 2. Balkan Savaşları’yla son buldu ve o tarihten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Savaşın politik ve askerî yönünün ötesinde, bir de toplumsal boyutu vardı ki, izleri yıllarca silinmedi. Kısacası bu savaşlar; yoksul, cefâkar ve sahipsiz kalan bir toplumun hikayesi olarak tarihe geçti.

[box_light]Ateşle Barut[/box_light]

 1. ve 2. Balkan Savaşları; sadece orduların değil, aynı zamanda milletlerin de savaşıydı. 19. yüzyılın başından beri cadı kazanı gibi kaynayan Balkanlar’da özellikle Bulgarlar, Yunanlar ve Sırplar önü alınamaz bir arzuyla Osmanlı’ya karşı bileniyor ve baş kaldırıyordu. Nitekim, acı tablo ’93 Harbi olarak anılan Osmanlı-Rus Savaşı’yla başgöstermiş, milyonlarca masum sivil, savaşın acısını çekmişti. 1876’dan 1900’lerin başına kadar geçen süreçte 1 milyonun üzerinde Osmanlı vatandaşı, Ruslar’ın katliamlarına maruz kalmamak için Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Balkan Savaşları’ysa Rumeli’deki Osmanlı nüfuzuna son vererek bir anlamda son sözü söyledi. Savaş öncesinde 6 milyon kadar olan Rumeli müslüman nufusu, savaş sonrasında %62 oranında azaldı.

 Rusya’nın tetikçiliğine soyunan Balkan devletleri, ele geçirdikleri her yerleşim yerinde, Müslüman-Türk varlığına son vermek için türlü yıldırma faaliyetlerine başladılar. Önceleri gece baskınları şeklinde ilerleyen süreç, sonraki aşamada yerini gündüz vakti köy basmaya ve yağmaya bıraktı. Özellikle Osmanlı ordusuna yardım etmekle suçlanan köylüler, köy meydanında toplanıyor, topluca kurşuna diziliyor ya da asılıyordu. Daha dün birlikte yaşayan, müslümanlığıyla gayrımüslimliği birbirine karışmış iki toplum birbirini kırıyordu. Öyle ki; bu iki toplum, yüzyıllarca birlikte yaşamanın bir gereği olarak birbirinin kültüründen de oldukça etkilenmişti. Köy basan ve yağma yapan paramiliter gruplara verilen ve Balkan dillerinde aynı kökten gelen céta/çeta/çete” kelimesi, tablonun ironikliğini belki de en net ortaya koyan örnektir (Aşırı milliyetçi Sırp gruplara verilen “Çetnik” ismi de etimolojik olarak bu kökten gelir).

[box_light]Göç Yolları[/box_light]

Yalın ayaklı muhacirler

Yalın ayaklı muhacirler

 Bütün  bu yağmadan ve zulümden kaçamayanların cezası işkence ve idamken, kaçabilen ve göç etmek zorunda kalanların dramıysa bambaşkaydı. Evleri yakılıp yıkılan, malına el konan, türlü eziyetlere maruz kalan müslüman ahali; kağnısıyla, hayvanıyla yollara koyuldu, bir daha hiç dönemeyeceği yurdunu terketti. Trablusgarp Savaşı sırasında patlak veren Balkan Harbi’ne hazırlıksız yakalanan devlet, kurtuluşu Anadolu’da gören evlatlarına sahip çıkamadı. Rumeli’den kalkan vagonlar, aylarca İstanbul’a göçmen taşıdı. Yollarda aç ve sefil bir şekilde yolculuk eden muhacirler, kolera salgınlarıyla kırıldılar. Kimileri İstanbul Boğazı’nın sularını göremedi. İstanbul’a ulaşabilenleriyse, farklı bir mağduriyet bekliyordu. Yıllardır savaşlar yüzünden yoksullaşan ve istikrarsızlaşan devlet, stratejik açıdan da bütün bu muhacirleri iskan edecek kapasiteye sahip değildi. Sirkeci Garı’na ulaşabilen göçmenler aylarca cami avlularında, sokaklarda yaşadılar. Devlet, ’93 Harbi’yle Anadolu’ya göç eden muhacirlere sahip çıkabilmiş ve hiç değilse bunları iskan edebilmişti ancak Balkan Harbi’yle gelenleri yerleştirecek zaman bulamadı. Bunların talihsizliği, savaşın hemen sonrasında 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıydı. Bu mağduriyetler yıllarca devam etti ki; 1924’te kurulan Mübadele, İmar ve İskan Bakanlığı’nın ilk görevlerinden biri de Balkan muhacirlerini iskan etmekti. Kısacası; zulümden kurtulabilip göç edenler, çok daha farklı bir trajediyle karşı karşıya kaldılar.

[box_light]Bedel Ödeme Vakti[/box_light]

İstanbul'a ulaşan göçmenler Sirkeci Garı'nda

İstanbul’a ulaşan göçmenler Sirkeci Garı’nda

 Tüm bu trajedinin olumsuz boyutunun yanında, göçlerin Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti için beklenmedik bir getirisi de oldu. Balkan göçleri sayesinde Anadolu’daki Türk nüfus artmış ve bu, devlete Millî Mücadele’ye giden süreçte büyük bir insani altyapı sağlamıştı. Milli Mücadele’nin en ön saflarında yer alan Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa gibi askerlerin Rumelili olması tabloyu net bir şekilde gözler önüne seriyor. İsimlerini bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün bu insanlar, vatan kaybetmenin ne demek olduğunun farkında olduklarından mıdır bilinmez, son kalan Osmanlı toprağını da 1. Dünya Savaşı’nda savunmuş ve Milli mücadele’nin temellerini atmışlardır. Kimi tezlere göre, bugün her 5 Türkiyeli’den 1’i, birçok Anadolu şehrine yerleştirilen Rumeli kökenli vatandaşlarımızdır. Bu bağlamda, modern Türkiye’nin inşasında Balkan muhacirlerinin payını es geçmek, onlara yapılan büyük bir haksızlık olacaktır. Çünkü bütün bunlar, kaybedilmiş Balkan topraklarının hatırasını bugün hâlâ yaşatmaya devam ediyorlar.

 Osmanlı’nın 500 yıllık Rumeli politikasında, belki de tarihte görülmemiş bir hoşgörü ve demokrasi anlayışı görebiliyoruz. Bugün Bosna-Hersek’teki Neretva Nehri’nin ikiye böldüğü Mostar şehrindeki tarihî Osmanlı köprüsünün bir fotoğrafına baktığımızda; şehrin doğusunda kalan Osmanlı yapısı camilerle, batısında yer alan ve yine Osmanlı yapısı olan kiliseler, yüzyıllardır süregelen hoşgörünün bir bakiyesi olarak karşımıza çıkıyor ve bugünkü dünyaya belki de bir ders veriyor. 93’ Harbi sonrası başlayan ve Balkan Harbi’yle devam eden süreçte milletlerin üzerinde uygulanagelen planlı politikalar, bölgenin etnik haritasını ve demografik yapısını ne kadar değiştirmiş olsa da, bölgede yaşanan ve 20. yüzyılın sonuna kadar devam eden acı ve gözyaşı, Osmanlı’yı haklı çıkarır nitelikte. Kaldı ki; Osmanlı’nın hakim olduğu coğrafyadaki insanın zihnindeki algı, bundan 500 yıl öncesi gibi dipdiri ayakta.

[box_dark]KAYNAKÇA[/box_dark]

Leave a Reply