Gündem üzerinde etkisi artıp azalsa da sürekli bir tartışma konusu oluşturan “kimlik” tartışmaları, her siyasi kanadın kendine ait politik bakış açıları ile şekillenmekte; fakat bu tartışmalar neredeyse hiçbir kesim, ve hatta kısım dahi, tarafından bu kısıtlılığın içerisinden çıkılarak “anlaşılmaya” çalışılmamaktadır. Bu sebeple, “Türk vatandaşlığı” kelime öbeği ile kastedilmek istenen ifadenin, çıkarımların ve edinimlerin açıkça anlaşılması gerekmektedir. Anayasal tanımın ötesinde[1] Türk vatandaşlığı kavramını anlayabilmek için, kavramı, kavramı oluşturan kelime bütünlerine parçalayarak incelemek faydalı olacaktır. Türk vatandaşlığı kavramını öncelikle (1) Türklük ve (2) vatandaşlık bazında iki ana kısma ve ardından bu kelimelerin birlikteliğinden doğan anlam olarak, üçüncü bir parçaya ayırmakta daha kesin bir şekilde anlaşılabilmemiz açısından fayda bulunmaktadır.
Türklük, genel manada edinilen kanıya göre etnik bir kökeni ifade etmekte, bir ırkın tanımını yapmaktadır. Fakat burada ırk-millet-etnisite tartışmalarının içinde kaybolmaktan ötede, Türklük tanımının hukukî anlamdaki karşılıklarına bakmakta sakınca görmemekteyiz[2]. Hukuki manada ise Türklük etnik bir temel arzetmekten uzakta, kültürel bir yapı birlikteliğini sağlamak açısından kapsayıcı bir şekilde tanımlanmış; herhangi bir etnik, dini ya da sosyal azınlık-çoğunluk üzerinden bir tanımlama yapmak çerçevesinden uzak durulmuştur[3]. Bununla birlikte cumhuriyetin ilk yıllarında “tebaa” olmaktan çıkarılıp “vatandaş” olmak altyapısına geçirilmeye çalışılan halk, çoğunluğunu oluşturan milletin (millî bir devlet kurmanın da en göze çarpan amaçlarından biri olarak) kimliği ile tanımlanmıştır. Burada ek olarak değinilmesi gereken nokta, devletin hukuk metnini kendisine bağlı olan halkla arasında bir “social contract” olarak görmesi ve hukuk metadolojisinin getirdiği açıklıkla bu anlaşmaya imza atan tarafların belirlenmesinin şart olduğudur. Anlaşmanın muhatap taraflarının belirlenmesi şarttır, burada “tanım koymak gerekli midir?” sorusunu yönelten kısmı görmezden gelmenin konunun amacına zarar vermeden faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Yapılan vatandaşlık tanımının, millî devlet olmak ve aynı zamanda farklı etnik, dini ve sosyal gruplanmalara da sahip olmak bakımından Fransız tipi bir vatandaşlık örneği olduğu açıktır. Tarafların seslerini buraya taşımak amacıyla, herhangi bir taraf tutmaksızın, burada kullanılan “Türklük” kelimesinin zararlı olduğunu düşünen fikir sahiplarinin, devlet yapısı ile birlikte bir değişiklik istemeleri tabiî olanıdır. Çünkü, mantık çerçevesi dahilinde, millî bir devlet anlayışı ile kurulan yeni “Türkiye Cumhuriyeti” devleti, mutlak surette bir “millî” kimliğe dayanmak zorundadır. Şayet bu millî olmak kimliğinden sıkıntı duyuluyorsa, devletin yönetim yapısı ele alınmalı; federe bir devlet anlayışı masaya yatırılmalıdır. Anlatmak istediğimiz şudur ki, “Türk” vatandaşlık kimliği ile getirilen “sivil Türklük” kavramını, “Türk”ün tanım olarak kullanılması hasebiyle istemeyenlerin bu söylemlerini federe bir devlet yapılanması isteği ile birlikte şekillendirmesi gerekmektedir. Federe bir devlet yapılanmasında ise farklı etnik veya dini gruplar üzerinden vatandaşlık temellendirmeleri yapmak mümkündür.
Türklük tanımının bulunmasının karşısında duranlar ile birlikte bu tanımın kalmasını isteyenler açısından da bir çok sorun göze çarpmaktadır. Devletin halk bazında olabildiğince çok temsil sağlayan bir kimlik inşa etmesi zorunludur ve bu açıdan bakıldığında halkın bir kısmının dahi halihazırdaki herhangi bir yasa ile olan rahatsızlıklarını giderebilmekte uyguladığı yöntemler gibi burada da öne sürülen rahatsızlığı değerlendirmek zorundadır. Bu zorunluluktan hareketle, devlet elbette ki bir “güç”tür ve bu gücü koruyabilmek adına belirli çizgilerin müdafiîsi durumunda olmak zorundadır; fakat hukukî manada da sosyal düzeni sağlamakla yükümlüdür. İstekler ve düzenin korunması çerçevesinde[4], ait olan hakların iadesi için bu kesimin farklı bir söylem geliştirmesi gerekecektir. Devlet, yasal olarak hak ve özgürlükler bakımından güvence vermek ve bunun karşılığında “huzur” tahsis etmek hakkına haizdir. Kısaca, Türklük tanımından rahatsızlık duymayarak bu tanımın anayasal bazda kalmasını isteyen kesimlerin, farklı grupların hak ve özgürlükler noktasındaki isteklerini göz ardı etmeleri beklenemez[5].
Bu sorumluluklar şeması çerçevesinde, marjinal grupların kırpıldığı, diğer tüm grupların olabildiğince etkili ve homojen temsil edildiği samimi bir ortamda tanımı tekrar ele almanın ve özellikle de kamuoyundan kaçınmadan yapılan fikir tartışmalarının, tarafları üzerinde uzlaşı sağlayabilecekleri bir metne doğru götüreceğini düşünmekteyiz. Temsilî manada, azınlık haklarının gözetilirken çoğunluğun da razı olacağı bir yol izleneceği, yani örnek olarak Kürt etnik kimlğinin bu sürecin ardından Türk etnik kimliği ile kavgalı olmayacağı veya müslüman ezici çoğunluğun hakim güç olmasına rağmen gayrimüslim azınlıklara da saygı çerçevesinde temsil hakkı verileceği bir “yeni” vatandaşlık tanımının gerekliliği açıktır. Bunun halihazırda varolan anayasa metnini savunarak veya bunun karşısında olarak bu metnin tamamen değişmesini istemek, veya bu ikisinin ortasında bir tutum izlemek, halihazırda varolan yasanın değişikliklerle göz önüne alınması gerektiğini söyleyen sağduyuyu savunarak ve en nihayetinde tarafların ortak bir uzlaşı metnine ulaşarak “huzur ve barış” getireceğini beklemek düşünülemez. Çünkü zaman ve mekan boyutunda dünya tarihinin hiçbir kesiminde, salt anayasalar ve bu anayasalarda yapılan değişiklikler yoluyla huzur sağlanamamış, bu yolda bir adım sonrasını toz pembe bir bahar havası bekleyememiştir. Unutulmamalıdır ki anayasalar bireylere haklarını savunma şansını verir, onları savunamaz.
Kaynakça:
TC Anayasası, madde 66.
Hans Kohn, Prelude to Nation-States: The French and German Experience, 1789–1815 (Princeton, NJ 1967)
Rogers Brubaker, Citizenship and Nationhood in France and Germany (Cambridge, MA and London 1992), 1–17.
Turhan Feyzioğlu, ‘Atatürk ve Milliyetçilik’, Atatürkçü Düşünce (Ankara 1992), 265–322
Bekir Sıtkı Baykal, ‘Atatürk’ün Milliyetçiliği’, Atatürkçü Düşünce, 323–32.
http://www.ankarastrateji.org/yazar/doc-dr-m-akif-okur/tarih-ve-gelecek-arasinda-turkluk-surec-ve-anayasa-tartismalari-uzerine/ URL ulaşım tarihi: 05.03.2013
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası ve Fransa Anayasası metinleri için bkn. https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/
http://guernica.tv/wp-content/uploads/2013/07/gezi_parki1.jpg
http://fastexposure.files.wordpress.com/2012/06/identity-fraud1.jpg
http://blogs.prideangel.com/image.axd?picture=identity.jpg
[1] Madde 66: Yapılan genel tanımdan kasıtla; “Türkiye Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.”
[2] Bir ırkın temelleri üzerinde yükselen etnik (ethnic) ve bunun yanında devlete bağlı modern toplumların “devlete olan vatandaşlık sadakati” bağı üzerinde yükselen sivil milliyetçilik (civic nationalism) kavramlarının daha ayrıntılı tartışmaları için: bkn. Hans Kohn, Prelude to Nation-States: The French and German Experience, 1789–1815 (Princeton, NJ 1967); Rogers Brubaker, Citizenship and Nationhood in France and Germany (Cambridge, MA and London 1992), 1–17. Ayrıca bkn: Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası madde 1: “Deutscher ist, wer die deutsche Staatsangehörigkeit besitzt, die von der Bundesrepublik Deutschland verliehen wird.” (Her kim, Almanya Federal Cumhûriyeti tarafından tevcîh edilen Alman vatandaşlığına sâhibse o Almandır.); Fransa Anayasası “Celui qui est citoyen français, il est Français.” (Her kim Fransız vatandaşıysa Fransız’dır.)
[3] Fakat bu tanımı oluşturmamızdaki temel gerekçeleri sağlayan Cumhuriyetin erken dönem yıllarında süregelen farklı tartışmalar ile birlikte pratikte bir çok kereler bu Fransız modeli vatandaşlık anlayışından uzaklaşılarak Alman tarzı bir vatandaşlık anlayışı yansımalarını göstermiştir: Turhan Feyzioğlu, ‘Atatürk ve Milliyetçilik’, Atatürkçü Düşünce (Ankara 1992), 265–322; Bekir Sıtkı Baykal, ‘Atatürk’ün Milliyetçiliği’, Atatürkçü Düşünce, 323–32.
[4] Hobsian bir devlet anlayışı tabiri ile konuya yaklaşmak istememekle birlikte halk, vatandaşlar olarak devletten haklarını yasal yollarla mücadelelerini kullanmak kayd-ı şartı ile almakla yükümlüdürler.
[5] Çünkü devlet, yukarıda da bahsettiğimiz üzere bir “sosyal anlaşma” zeminidir ve kendisi ile halk arasında olan bağı kurmak ve kollamanın yanında halk arasındaki bağı korumak ve huzur sağlamakla da bizzat görevlidir.