Ah be madende, su altında kalan abim, keşke 40 gün işe gitmeyeceğine bir mektup yazsaydın. Ah be Soma’da tedbirsizlikten ölen abim, keşke sen de yazsaydın. Hele Ak Saray inşaatında ölen abim, sen bağırsan duyarlardı, kaleme kağıda bile ihtiyacın yoktu. Ya da daha bu sabah sıkış tıkış midibüsün içinde can veren abilerim, ablalarım. Hepiniz yazsaydınız keşke. Bir mektup yazsaydınız. Çok mu?
“Acılı aileler Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a anlattılar sıkıntılarını. Cumhurbaşkanı ‘Keşke daha önce bir mektup yazsanız ya da bir şekilde bize bunu bildirseydiniz gereğini yapardık’ dedi. Başbakan Davutoğlu ise ‘Ben de bu toprakların insanıyım, Ulaştırma Bakanı Lütfü Elvan sizin evladınız. Onu bilgilendirseydiniz biz takibini yapardık’ dedi.” Abdülkadir Selvi (Yeni Şafak – 30.10.2014)
Abdülkadir Selvi’nin methiyeye yakın bir köşe yazısından alıntıladığım bu kısım “yüzsüzlük nasıl kelimelere dökülür” sorusuna ders kitabı içeriği kadar açık bir cevaptır.
İnsaf. Azıcık insaf. Bundan aşağı yukarı beş buçuk ay önce Türkiye, tarihinin en ağır yaralarından birini bir kömür ocağında aldı. Türkiye’nin madencilikle uğraşan en büyük sermayelerinden birinin ocağında yaşanan kaza, tedbirsizlikten bir cinayete dönüştü, 301 insan öldü. Ülke olarak madenciliğin zor olduğunu ramazan aylarında maden ocağında açılan iftar haberlerinden elbette biliyorduk. O haberlerden ibaret bilmenin utancını ülke olarak yaşadık.
Ülke olarak sorular sorduk. “Gerekli önlemler neden alınmadı?” dedik, “Devlet denetimi sıklaştırılamaz mı?” dedik, “Acaba bu kadar büyük sermayelerin ocaklarında durum buysa, ülkenin geri kalanı ne durumdadır?” dedik. İşte bu soruları sorduğumuz için o işçiler boşa ölmemişti. Ölmemiş gibi gelmişti. Belki de yanılmışızdır.
Eğer bu ülkenin en yetkili iki ismi, sefalet içerisinde ölmüş bir Yeşilçam aktörünün cenazesine gelen yapımcının utanmazlığıyla “durumu bilseydik elimizden geleni yapardık” gibi samimiyetsiz bir cümle ortaya koyuyorsa, utanarak söylüyorum ki, 301 işçi boşa ölmüştür. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bahsettiği mektuptan öğreneceği her emek sömürüsü, toprak altında geçirilen her bir saat fazla mesai, alınmayan her önlem ve en nihayetinde de her bir muhtemel can kaybı, Soma’da yaşanan facianın bu devlete vermesi gereken derste mevcuttu. Dersi derste dinlemeyi öğütleyen bir öğretmen olmak istemem ama o dersi o gün dinleyecektiniz be ağam.
Peki diyelim ki bu ülkenin Başbakanının ve Cumhurbaşkanının bu tür bir durumdan gerçekten haberi yok. Maden işçilerinin durumundan habersizler ve ölen 301 kişinin tedbirsizlikten ölümünün Türkiye’nin tüm madenlerinde var olan bir duruma işaret edeceğini düşünemediler. İnsanlık hali, olur öyle. Peki devletin bu habersizliğini giderecek kurumlar neden işçi örgütleri değil de posta teşkilatları? Neden sendikal görüşmeler değil de mektup?
Madem ki ocaklarda, şantiyelerde, kot taşlanan atölyelerde ne olduğuna dair merakınız bu kadar fazla ve madem ki duyduğunuz bir aksiliğe ve sömürüye müdahale etmeye, “gereğini yapmaya” bu kadar hazırsınız, o halde neden her fırsatta sövdüğünüz darbeci zihniyetin sendikal haklar konusundaki her bir düşüncesinin devamcısı niteliğinde tüm yaptırımlarınız? Mektup mu daha değerli yoksa sendikal haklar mı? PTT’nin kuruluş amacı mıdır oradaki işçinin öğle yemeğini yemek için bile dışarı çıkamadığını zat-ı alinize bildirmek, yoksa sendikaların mı?
Galiba PTT’nin. Ya da en azından öyle olmalı. Zira son on yılda sendikalaşma oranının neredeyse yarı yarıya düştüğü canına yandığımın ülkesinde, artan işçi sayısıyla orantılı orantılı olarak sendikalar değil PTT büyüyor. Buradan tüm sendikalara ve sendikalı işçilere sesleniyorum. Ne olur kapatın sendikanızı ya da bağınızı kesin. Çünkü sizin haklarınızı savunmaya hazır cesur postacılar, işvereninizin zulmünü anlatan mektuplarınızı, Cumhurbaşkanının iskanı devlet sırrı olan köşküne bırakacak, ardından da bu mektupta yazan konular hakkında gereği yapılacaktır. Çünkü Türkiye’de bir şeyin gereği neyse, o şey mutlaka yapılır.