Hayır; bu Türk futbolunda “Sergen ile Tümer yan yana oynar mı?” kıvamındaki tartışmaya dâhil olmayacağım. Hepimizin, başta kendine Müslüman diyen insanlar olmak üzere canını sıkan, içi boş bir muhabbettir çünkü.

Fakat inatla bu tartışmaya dâhil olan ve bu tartışmada herhangi bir sonuca varabileceğini zanneden Müslüman arkadaşlarımız da var. İslam adına daha mühim meseleleri konuşmak gerekirken, bu tam da ‘oyunu’ durduran bir çaba içerisindeler. Bu çabalarında epey de ısrarcılar.

Ortada bir çaba varsa elbet bir amaç ve yöntem de vardır.

Çaba –Yöntem – Amaç ekseninde benim bu arkadaşlarda gördüğüm şudur: Bu arkadaşlar, İslam âleminin çektiği sıkıntılardan, içinden hortlayan IŞİD gibi belalardan ve bilumum üzüntü verici hadiseden ayrı olarak, yazının başlığından mülhem şekilde İslam’ın temiz yüzünü göstermeye çalışıyorlar. Bu temiz yüze de ‘gerçek İslam’ adını verip, yeryüzünde ‘gerçek Müslümanlar’ın temel taşı olduğu ve insanların barış içinde yaşayacağı ‘ideal’ bir toplumu yakalamak istiyorlar.

Bu ‘gerçek İslam’ dedikleri tam olarak nedir, Asr-ı Saadet’ten gayrı nasıl ‘gerçek’ olabilir, bunu bilemiyorum. Lakin bu ‘gerçek İslam’ı’ bulma çabasının yanlış istikamette seyreden boş bir gayret olduğunu görebiliyorum.

ışid-musul-turan-kislakci

Tam azaldı derken IŞİD belasının hortlamasıyla tekrardan bu tartışma gündeme gelir oldu

Bu gayrette olan arkadaşların, ideale varmak isteyen her sistemin, her ideolojinin insan hakkında es geçtiği mühim bir hataya düştüğünü de söylemek mümkün. İslam’ı bir ideoloji olarak görmeseler dahi, ideolojilerin mantık hatasından nasibini almış gibiler.

Açıklamak gerekirse, bu arkadaşlar idealize edilen sistemlerin, insanı kusursuzlaştırıp söz konusu sistemlerde fıtrat öncelikli değil de meziyet öncelikli haline getirme çabasını kopyalıyorlar. Bunu yaparken, insanı fıtratından ayrı bir konumda tutarak ona belirli dayatmalar yapan ‘insan hakları’ ‘evrensel değerler’ ‘modernite’ ‘demokrasi’ ‘hoşgörü’ gibi bir ton malzemeyi de kullanmayı ihmal etmiyorlar. Oysa Kur’an’ın insan fıtratına en uygun kaynak olduğunu görmezden geliyor, “gerçek İslam”a mensup “gerçek Müslüman”ı dünyaya göstermek uğruna vahim bir hataya düşüyorlar.

Halbuki idealize edilen, ideolojilere hapsedilerek ‘kusursuzlaştırılan’ insan, Kur’an’da bunun tam tersidir. Yeryüzüne halife olarak gönderilmiş olmasına rağmen, Kur’an’da insanın kusurlu fıtratı devamlı vurgulanır ve gerektiğinde Peygamber bile anında uyarılır.

Peki, İslam’da bu kusurlu fıtratıyla insandan, ‘gerçek İslam’a’ ulaşma çabasından ziyade, ne istenmektedir?

Cevap belli: Bu kusurlu fıtratını da göz önünde bulundurarak, dinin gerektirdiğini uygulamasıdır.

Güncel bir örnekle mevzuyu daha da berrak kılmak adına, yakın zamanda Kudüs’ün Har Nof mahallesindeki sinagoga yapılan ve 4 İsrailli hahamın öldürüldüğü saldırıyı anımsayalım.

Kudüs'ün Har Nof (Manzaralı Dağ/Tepe) mahallesi

Kudüs’ün Har Nof (Manzaralı Dağ/Tepe) mahallesi

Bu hahamların hepsinin İsrail’in kuruluşundan (1948) sonra oraya geldiğini biliyoruz. Yani, İsrail’in varlığını meşru gören ve Filistinlilerin “topraklarından” gitmesi gerektiğini düşünen birer İsrail vatandaşı olarak sayılabilirler. Bir diğer deyişle, bu insanlar zulme açıkça destek vermiş, Müslümanları ve birçok başka dinden insanı toprağından sürüp bozgunculuk yapanlara bel bağlamıştır demek yalan olmaz.   

Müslüman birisinin, bu niteliklere haiz bir insana karşı yapması gerek şey Maide suresi 33-34.Ayet’te belirtilmiştir: Allah ve Resulüne savaş açanların, (yol keserek terör eylemi yaparak) yeryüzünü ifsad etmek (bozgunculuk etmek) için koşuşanların cezası; öldürülmeleri veya asılmaları yahut sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara başkaca müthiş bir ceza vardır. Ancak kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler, bu hükmün dışındadır. Biliniz ki Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).         

Açıkça görülüyor ki demin yukarda sayılanları yapan birisinin öldürülmesi, dinen mümkündür. Her ne kadar ayette, öldürme harici başka seçeneklerden bahsedilmiş olsa da bir Filistinlinin şu an, Siyonist bir İsrailliyi ne toprağından sürmeye, ne esir almaya ne de uyarıp tevbe etmesi gerektiğini söylemeye müsait bir durumu vardır.

Burada şu hususu elbette hatırlatmakta fayda var: Bu hüküm, İsrail devletinin kurulmasından önce orada bulunan veya sonradan bulunduğu halde İsrail devletini gayri meşru gören, destek vermeyen ve din farkı gözetmeksizin mazlum Filistinlilere yapılan muameleye karşı çıkan Yahudi veya olmayan herhangi bir kimse için geçerli değildir.

Yurtdışında bir çok Yahudi, İsrail devletinin varlığını gayri meşru görmektedir

Yurtdışında bir çok Yahudi, İsrail devletinin varlığını gayri meşru görmektedir

Sinagog saldırısında aslında yerine getirilen şey tam da bu hükümdür. Bu hüküm, insanın ‘bozgunculuk yapan’ ‘zulmeden’ bir canlı olduğu ve kusurlu fıtratıyla böylesine haddi aşan insanın yeri geldi mi öldürülebileceğini göstermektedir. Yani, insanı ‘kusursuzlaştırmaya’ çalışan insan hakları, evrensel değerler, demokrasi, modernite gibi kavramların aksine Kur’an insana tam da fıtratına uygun şekilde hüküm vermektedir.

 

Bu hüküm aynı zamanda, toprağından sürülen, kendisine bozgunculuk yapılan ve zulme maruz kalan insanın aslında ne kadar kıymetli olduğunu da bizlere göstermektedir. İnsanın canının ve malının değerine dair böyle bir hüküm varken, insan hakları, evrensel değerler gibi bilumum teraneleri bir Müslümanın temel olarak benimsemesine gerek yoktur. Kusurlu insanların, kendilerinin kusurlu oluşunu göz ardı eden kusurlu ürünlerindense, kusurdan münezzeh Rabbin, insana kusurlu olduğunu hatırlatan kusursuz ürününü benimsemesi elbette daha yerindedir.

Aksi durumda, bir Müslüman İslam’ı tahrif etmenin ta kendisini yapmış olur. Dini hükümler açık ve net iken, insan haklarını benimseyip “ama o hahamlar masum, öldürülemezler ki!” demek, parmağıyla ayetin ‘içkiliyken’ kısmını kapatıp ‘namaza yaklaşmayın’ hükmünü gösteren Bektaşi fıkrasındaki adamla aynı şeyi yapmaktır.

Bunu yapmayı Müslümana reva görenlerin, dinin hükmünü tahrif ederek ‘modern değerlere’ bezeyenlerin, devlette kadro almak adına kızların başörtüsünü çıkarmasını söylemesi veya askeriyede alkol alan adam izlenimi vermek için lojman kapısının önüne rakı şişesi koyması hiç de şaşırtıcı değildir. Bunu yapmayı Müslümana reva görenlerin, bir takım kafelerde uzun uzun İslam konuşurken ikindi namazını geçirmesi veya piyangodan kazandığı parayla zekat vermesi de şaşırtıcı değildir.

İslam bir imaj dini değildir. İslam bir reklam dini değildir.  İslam, menfi aracın müspet amaç uğruna meşrulaştırıldığı bir din de değildir. İnsanın fıtratına tamı tamına hitap eden, kusurlu oluşunu hatırlatan ve affetmenin her daim övülmesinin yanında yeri geldi mi öldürmenin de belli şartlar altında caiz olduğunu bizlere gösteren bir dindir. İnsanlara şirin gözükmek uğruna bu dinin hükümlerinin tahrif edilmesi düşünülemez. Tahrif edilirse, dinin içi boşaltılmış ve sadece “kalbi temizliğe” indirgenmiş abuk bir şeye dönüşür.

‘Gerçek İslam’ı bulma ve ‘gerçek Müslüman’ olma idealinde de maalesef, işte tam olarak bu dediğim, İslam’ın ve Müslüman’ın içinin boşaltılması gibi bir durum söz konusudur.

Bu durumda da “Şu elimde görmüş olduğunuz dahiyane ürün…” diye bağırarak elindeki malzemeyi şehir içi hattındaki vapurlarda satmaya çalışan adamla, “Şu an yanımda görmüş olduğunuz kusursuz Müslüman…” diye bağırarak dini yaymaya çalışan ‘gerçek İslam’ peşindeki ‘gerçek Müslümanın’ farkı yoktur.

“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” dedikleri de bu olsa gerek.

 

 

 

Leave a Reply

1 comment

  1. Erdinç

    İslam’ın kirli yüzü mü var?