Ali Yağız Baltacı’ya, şükranla.
Eksik ve pek çok şeye muhtaç olacak şekilde tasarlanmış bir varlık olarak insan, aklının ona verdiği öznellikten ve doğa karşısındaki zayıflığından kaynaklanan bazı trajedileri sırtında taşımak üzere bir yazgıya sahiptir. Her birimiz, ayrı ve eşsiz bireyler olarak, aynı eşsizlikteki kimliklerimizi şekillendiren ayırt edici bakışlara sahibiz. Bu doğamızın bize sunduğu bir durumdur ve bu doğallık bizi politik bir trajediyi tetikleyen (signify) apaçık bir imkansızlık gerçeği ile yüzleştirir. Rasyonel doğamız kaçınılmaz bir hakikati önümüze serer; birbirimizle olan ilişkilerimizde tamamen hemfikir olmamızın mümkün olmayacağını, akılla, münhasır zihinlerle sahip olunan öznelliğin bir şekilde bu tümel hale direnerek engel olacağını söyler. Mutlak olarak kabul edilen üzerine önemli bir sorguda bulunan bu akıl yürütme, mutlağın en sarih şekilde vücut bulmaya yüz tuttuğu politik zeminde, hiçbir yönetim şeklinin bütün muhatapları tarafından onaylanmak, benimsenmek gibi bir durumda olamayacağını belirtir. Her zaman, birileri, politik bir trajedi ile yaşamını sürdürmek zorundadır; öznelliği ile varlığına hareket kazandıran insan azınlıkta olmayı doğasından aldığı güçle göze almıştır.
Herkesin memnun olacağı, kimsenin itiraz etmeden mutlulukla kabul edeceği bir siyasi yönetim, bu açıdan, imkânsızdır, öznelliğin engeline takılır ve bu yöndeki her türlü girişim de ütopik bir tasavvurun izlerini taşır. Bu girişimleri fantezi olarak görmek için pek çok sebebimiz vardır. Fantezilerin özneyi doğrudan ve derinden etkileyen, hayali bir yönü de ihtiva eden kesin, katı ve yoğun arzular olduğunu Lacancı psikanalitik kavrayıştan biliyoruz. Özne fantezileri tarafından kuşatılır ve fanteziler onun gerçeğe bakışını neredeyse değiştirecek boyutta bilinç dünyasına tesirde bulunur. Türkçe’ye düşlem diye çevirilen fantezi kelimesinin bu çevirisi oldukça başarılıdır. Fantezi ile meşgul olan özne düş dünyasından asla uzak kalamaz, ona kalpten bağlıdır, düş dünyasından umudunu alır. Gerçek ile hayali olan arasındaki öfkeli ve dramatik yolculuğu tam bir arada kalmışlığı tasvir eder, özne ne gerçekten ne hayalden kopabilecek durumdadır. İkisinin karışımında, düşlerine gerçeklik kılıfı giydirmiş bir halde tatmin olmayı arar. İnsan olmanın yükünden ve trajikliğinden kurtulamamış bir şekilde dünyasını bazen kendisini kandırarak bazen gerçeği çarpıtarak imkansızlıklarla dolu bir düzene oturtur ve yoluna devam eder.
Tamamen adil, istisnaya yer vermeyecek şekilde herkesin razı olmasını sağlayan bir yönetim düşüncesi de fantezilerin uçsuz bucaksız diyarından kalıntılar taşır. Platon, tarihin en güçlü kitaplarından birini teorinin aşkı adına haşmetle yazan, bütün bir Batı felsefesinin bir şekilde kendisini onaylamaya ya da kendisine cevap vermeye göre düzenlendiği o azîm düşünür dahi hayal dünyasının cazibesine direnç gösterecek insan üstü düşünüşten uzak olmak durumundadır. Trajedilere olan hapsolmuşluk çok fazla alanı kuşatmış gözükmektedir; hem fantezilerle dolu bir tasarı yapma işleminin kendisi hem de bu işlemden kaçınabilecek üstünlükte vasıf, insan öznesinin sınırları dahilinde değildir ve onu imkansızlıklara boğar. Platon, bütün bu bakışlar dahilinde, ideal devletini tasarladığı her an fantezilerin sahilinde seyre dalmış bir halde karşımıza çıkar.
Mutlak olanın öznellik zeminindeki imkansızlığı bizi postmodern bir tasavvurun, olumsallığın (contingency) dünyasına götürür. Farklılık mevzuu bahis olmaya başlar, ortak bir insan tözü yadsınır, hakikatin çeşitliliği vurgulanır. Platon ve onun gibi mutlaklık betimlemeleri ile sistem kuran her düşünür mahkûm edilir. Aslında bu bir malumu ilam’dan başka bir mahiyet taşımaz, çünkü aşikârdır ki, Platon da diğer idealistler de kurmaya uğraştıkları idealin hayat bulmaktan pek uzak olduğunun bilincindelerdi. (Ömrünün sonlarına doğru yazdığı Yasalar’da Platon bunu bir nevi itiraf edecek şekilde o ideal devletinden hayati tavizler verir.) Teorinin sınırsızlığı, hayal edebilmenin engelsizliği bir cazibe olarak onların düşün dünyalarını sarmıştı ve bu etkinin altında tasarlanmış kurguların realiteden uzaklığı su götürmez bir gerçeği ifade ediyordu.
Hemen her düşünür gibi Platon da kaçınılmaz olarak kendi çağının sorunları ile ilgilendi. Aziz üstadı Sokrates’in katlini hazırlayan ve tamamen yozlaştığına yürekten inandığı retorikle bezenmiş sahteci bir demokratik yönetimden duyduğu rahatsızlık, onu fantezilerinin de rolüyle katı bir diktanın, istisna tanımayacak bir mutlaklığın tasavvuruna yöneltti. Platon, filozof kralları muazzam yetkilerle donatacak, tebaanın azami seviyede boyun eğmesini sağlanması için krallara kutsal yalanlar adıyla onları kandırma yetkisini dahi bahşedecek derecede arzu nesnesine teslim olmuş görünür. Gemileri yakmış gibidir, imkansızlığın karşısındaki çaresizlikten güç alır, kaybedecek şeye sahip olmayan birinin gözü karalığını teorisine uygular ve sınır tanımayan bir sınırlılıkla donattığı sistemini ideal olarak ortaya koyar.
Politik fantezinin sınırına yalnızca bütün toplumun rızasını kazanacak şekilde istisnaya yer vermeyen ve tamamen adaleti tesis edebilen bir yönetim sisteminin hayali girmez. Yönetimin kendisi de aslında bir fantezinin tezahürünü teşkil eder. Şahsiyetler, birbirleriyle kıyasıya farklılaşan apayrı özneler söz konusuyken, bunların arasından belirlenerek kuvvet simgesi kazandırılan otorite, varlığını meşrulaştırmak için atmak istediği her adımı fantezinin sularında atar. Hükmetmek arzunun yapılandırdığı bir var olma çabasıdır ve gerçeğe hayalin enginliğindeki olumsuzluklardan bakarak yaklaşır. Dolayısıyla insanlar gücü arzudan ayırabilecek, fanteziden ötede kalarak hükmedebilecek durumda değillerdir. İktidarla ilintili her gerçeğin bu bağlamda hayali olanla yakınlığı bulunur.