“Üç kere doğup üç kere öleceksin. Ayağını bir kere öbür tarafa attığında artık ne onlardan olursun ne de bizden.”
Bu sarsıcı cümleyle başlıyorsunuz kitabı tanımaya. Neydi bu üç ölüm, bu üç doğum? İnsan nasıl ayağını bir kere öbür tarafa atıp, artık nereye ait olduğunu bilemez? Üç farklı dünya, üç farklı kadın, üç farklı nefes. Her biri, aynı kadını üç kez diriltecek!
Roman türünde son yıllarda edebiyatımızda çok fazla eser veriliyor ve bunların kalitesi konusunda çoğu okurun ve eleştirmenin kafasında birçok soru işareti var. Okurlar artık aynı şeyleri farklı kalıplarda tekrar tekrar görmekten sıkılmış olacaklar ki; hayal gücünü zorlayan eserlere daha çok ilgi gösteriyorlar. Bu benim bir okur olarak naçizane fikrim olmakla birlikte, etrafımdaki çoğu okurdan duyduğum eleştiriler de bu yönde. Nur Algün’ün yeni kitabını duyduğumda, yazarın ilk kitabı olması sebebiyle benim de tereddüt ettiğim bazı noktalar vardı. Oysa Çalıkuşu da, Reşat Nuri Güntekin’in ilk romanı değil miydi? O halde; 3 Nefes hem konusuyla, hem de aldığı ilk yorumlarla okumaya değerdi. Okuduktan sonra da pişman olmadığım, hatta tür olarak şu anki benzerlerinden kat kat üstün bulduğum bir kitaptı.
Öncelikle; romanın baş kahramanı Tibet, çok başarılı çizilmiş bir kadın profili. Aslında dışarıdan bakıldığında sert görünen, hatta böyle görünmeyi kendine bir kalkan olarak gören Tibet’in ruhundaki zayıf noktaları, gelgitleri, kararsızlıkları ve en küçük olayda bile danıştığı iç sesiyle tanışıyoruz.
Anne olmanın ne demek olduğunu anlıyoruz roman boyunca. Daha da önemlisi; hasta bir çocuğun annesi olmanın, onun hayatını kurtarabilecek ihtimaller üzerine yaşamanın ne demek olduğunu yüreğimizde hissediyoruz.
‘’Oğlumuz için yüzde bir şans olduğunu bilsem, dünyanın öbür ucuna giderdim.’’
Aldatılan kadın olmanın ne demek olduğunu Tibet’in gözünden görüyoruz. Üstelik kocası tarafından delicesine sevilen bir kadın olarak; aldatılmanın kalpte açtığı kapanmaz yaraları, öte yandan hayatını senelerdir paylaştığı adamdan, her ne yapmış olursa olsun, kopamamanın nasıl bir his olduğunu anlıyoruz.
Bir babayı çok sevmenin ne demek olduğunu satır satır, buram buram hissediyoruz. Babayı bir kahraman, bir öğretmen, bir sevgili olarak görmenin nasıl bir his olduğunu anlıyor, onu kaybetmenin ruhta yarattığı sarsıntıları görüyor ve ondan kalan anılarla yaşamaya alışma sürecinin tüm zorluklarına adım adım tanık oluyoruz.
Bir anneyi hiç tanımamış olmanın ne demek olduğunu dinliyoruz Tibet ile. Oğlu için o minik ihtimali denemek, bununla bağlantılı olarak da annesini bulmak üzere çıktığı hiçlik yolculuğunda; oğlunun durumuna heyecanlanmanın yanı sıra, hiç görmediği annesiyle dünyanın öbür ucunda, İskoçya’da karşılaşmanın nasıl olacağı konusunda Tibet ile birlikte meraklanıyoruz.
Romanın ilerleyen sayfalarındaki nefes kesici macera ise, yazarın kaleminin kuvvetini tam anlamıyla sergilediği bölüm olmuş diye düşünüyorum. Çünkü olaylar peş peşe olurken, her adımda okuru meraklandırmak; gerilim adına yapılabilecek en güzel, diğer yandan başarılması en zor şeydir. Hele 3 Nefes’teki gibi; olayların farklı zaman boyutlarında gerçekleştiği, gerçekliğin ise olağanüstülükle iç içe geçtiği bir gerilimin ortasındaysanız! Diğer yandan mekanların anlatımındaki başarı ve sürekli geçmişe dönülmesine rağmen bunun okuyucuyu sıkmayacak, tersine olayların çözülmesine olanak tanıyan yapısı da roman hakkında aklımda kalan notlardan.
Yazarın diğer romanlarını sabırsızlıkla bekleyeceğiz.