Önceki iki yazımda, Bölüm 1 ve Bölüm 2, kolları sıvayarak bilim ve yaratılışçılığın “varoluş ve yaşam” konularına farklı perspektiflerini ortaya koyma işine kalkışmıştım. Bir tartışmanın moderatörü misali, iki cephenin de, gerek Evren’in gerekse Dünya’mızın oluşumu ve işleyişi konusundaki görüşlerini dile getirdim. Her iki konuda da bilimin, hem tatmin edici hem de sağlam cevaplar vermesiyle yaratılışçılıktan fersahlarca önde olduğunu gördük. Şimdi ise tartışma, son evresine geçerek, yaşamın kökeni konusunda iyice alevleniyor. Burada moderatör kimliğimi tamamıyla bırakmak zorunda hissediyorum; çünkü Darwinist temelin kurduğu modern ve evrensel yaşam görüşü ile biyoloji bilimi, yaratılışçılığın ve savunurlarının asla ulaşamayacağı bir gerçeklikte.
[box_light]Dünya’da Yaşamın Başlangıcı ve İşleyişi[/box_light]
Dünya üzerindeki yaşam, tanrının Evren’i ve Dünya’yı yarattığı 6 günün son anlarında meydana getirildi, bir gün sonra inzivaya çekilmeden önce. Bu kutsal kitapların, yaratılışçılığın, akıllı tasarımın, vb. kişilerin açıkladığı şekilde bilinen yaşamın başlangıcının tek açıklamasıdır. İlginç bir şekilde diğer birçok mit, efsane, mitoloji ve hikâye ile de aynı ve ne yazık ki hepsi, sevgili dostumuz Uçan Spagetti Canavarı’nın “ol diyerek olması” ile tamamıyla aynı. Tüm yaşamın aynı anda, parmak şıklatması süresinde oluştuğunu söyleyen bu görüşün, yanlışlığını –her ne kadar apaçık belli de olsa- birkaç örnek ile size sunmam, en doğrusu olur. Yaratılışçılık savunurlarının büyük bir çoğunluğu, tüm insanlığın, bir dişi ve bir erkekten meydana geldiğini belirtmekte. Eğer başta matematik olmak üzere tüm bilimler hakkında biraz bilgi sahibi ise, kişi bunun sanki birazcık imkânsız olduğunu görebilir gibi. Bununla birlikte, insanın, insan olarak Dünya yüzeyine ayak bastığını belirtmek de, 24 Kasım 1859 yayın yıllı “Türlerin Kökeni” isimli ve modern biyolojinin temelinde bulunan güzide bir kitabın geçerliliğini, komik bir şekilde yok saymaktır. Yaratılışı savunan birçok insandan dinlediklerim içinde dinozorların insanoğlu ile aynı dönemde yaşaması ve devlerin yaşamış olması da, yaratılış düşüncesinin ne kadar dayanaksız olduğunu da gözler önüne seren örneklerden. Aslında yaratılış konsepti, genellikle Nuh’un Gemisi’ne, Dünya üzerindeki tüm hayvanların –ki bu sayı yaklaşık olarak 9 milyon ki olayın geçtiği dönemde nesilleri tükenmemiş olanlarla birlikte daha fazla sayıda olması muhtemel- tek bir gemiye sığdırılması gibi olanaksız hikâyeler bütünü olmaktan öteye geçemiyor gibi: eksik ve kanıtlanabilir bir dayanağı olmayan. Tüm bu hikâyeler ve savunulan görüşler de tabii kaynağını daha eski başka görüşlerden, mitlerden ve kültürlerden almakta; tufan hikâyesinin Sümerler’de ortaya çıkmış olması gibi. Yani daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi göreceli bir bilgi sunmakta ve bu da yaratılışçılık düşüncesini zayıf kılmaktadır. Yaratılışçılığın yaşamın kökeni üzerindeki görüşleri ve anlatımları üzerinde bu kadar durmanın yeterli olacağını düşünüyorum; çünkü ne anlatılırsa anlatılsın, her kapının tüm canlıların aynı anda yaratıldığı ve hiç değişmediği görüşünde sonlanıyor. Şimdi sözü ve mikrofonu, Charles Darwin’in başı çektiği bilim cephesine, yaşamın kökeni üzerindeki görüşlerinin sunulması için verilmesinin zamanı geldi. Öncelikle belirtmem gerekir ki Dünya üzerindeki tüm bilim ve akademi camiası, yaşamın başlangıcı ve işleyişi konusunda Darwinist evrim temelli görüşte konsensüse ulaşmış durumdadır ve bilinmesi gerekir ki mikrobiyolojiden tıbba, psikolojiden tarıma, birçok bilim ve çalışma sahası, evrim temelli bu görüş sayesinde temelini daha da sağlamlaştırmış ve yükselmiştir. Ünlü evrimci ve zoolog Richard Dawkins’in söylediği söz, bilimin yaşamın kökenini açıklamadaki zaferini gözler önüne sermektedir: “Bugün dünyanın güneş etrafında dönüyor olması ne kadar şüpheye açıksa, evrim kuramı da ancak o denli kuşkuludur.” Evrim kökenli yaşamın başlangıcı görüşünü açıklamaya gelecek olursam, konuyu kimyasal evrim, ilk canlıların oluşumu, yaşamın işleyişi ve doğal seleksiyon başlıkları çerçevesinde sunmam gerek. Dünya’da yaşam, kesinlikle J.R.R. Tolkien’in Silmarillion’undaki gibi cücelerin taştan bir anda oluşması gibi olmamıştır. Bunun için öncelikle kimyasal evrimin gerçekleşmesi gerekmektedir, yani hayatın başlangıcı için gerekli olan ortamın oluşması. Bu evrim için de Dünyamızın, kimyasal evrim için elverişli olan Evren’deki, “Goldilocks Bölgeleri”nden birinde olması gerekir. Bu yaşanabilir sınır, yüzeyinde sıvı su tutabilmek adına yeterli atmosferik basınca sahip bir gezegen için, yıldız etrafında teorik olarak mümkün olan bölgeyi niteler. Bilim, bize gösteriyor ki, Evren üzerinde bizimki gibi birçok bölge bulunmaktadır ki bu da bize yaratılışçılığın savunduğu yaşama uygun olan tek gezegenin Dünya olduğu görüşünü yerle bir etmektedir. Kimyasal tepkimeler yoluyla uygun ortam oluştuktan sonra büyük ölçüde savunulan görüşe göre RNA Dünyası başlar. Yani ilk genetik materyal olarak RNA, yaşam sahnesinde boy gösterir. İlk bir hücreli canlılar, bu genetik materyal yoluyla bölünerek çoğalabilen tek hücreli canlılar olarak, suda oluşur. Bu canlılar, daha sonra genel evrim kuramına göre gelişerek Hayat Ağacı’nın (Tree of Life) tüm dallarının oluşumunda rol oynar. Evrim Teorisi, genel olarak üç adımda gerçekleşir: mutasyonlar, doğal seleksiyon ve genetik sürüklenme. İlk olarak şans (rastgelelik) sonucu bir türün popülasyonundaki bireylerinde mutasyonlar meydana gelir. Mutasyonların çoğu öldürücü olmasına rağmen, bazıları bunun aksine etki yaparak, canlının değişik özellikler kazanarak hayatını sürdürmesine olanak sağlar. Bundan sonra, rastgele olarak gerçekleşmeyen doğal seçilim rol oynar. Mutasyonlar yoluyla yeni özellikler kazanan bireyler, popülasyondaki diğer bireylere oranla hayatta kalmada daha başarılı olurlar; çünkü kazandıkları yeni özellikler, çevreye karşı daha güçlü adaptasyonlar elde etmelerini sağlar. Darwin’in ispinozları, evrimin güzel bir örneğidir. Aynı popülasyonun bireyleri, farklı ortamlara değişik uyumlar sağlayarak, farklı gaga ve tüy rengine sahip birden fazla yeni ispinoz türünün oluşmasını sağlamıştır. Doğal seçilim, televizyonda paralarını sayarken tatlı atıflarda bulunan yaratılışçıların çoğunun iddia ettiğinin aksine bize evrimin tamamen şans üzerine olmadığını gösterir; çünkü doğa her zaman kendi devinimi içinde hayatta kalmaya daha uyum sağlayan canlıları seçme eğilimindedir. Eğer Evren’in öbür ucunda yaşam olan başka bir gezegen varsa, bu tamamıyla aynı şekilde olmak zorundadır. Bundan sonra, çevreye daha iyi uyum sağlayan bireyler, genlerini bir sonraki nesillerine aktarır ve yüzlerce, belki binlerce nesil sonra aynı popülasyon içindeki bireyler arasındaki ayrım o kadar gözle görülür olur ki artık bir popülasyon içinden farklı bir türün popülasyonu oluşmuş olmaktadır. Bu sırada genetik sürüklenme meydana gelmekte ve kullanılmayan gen veya gen setleri yok olmaktadır. Örneğin, etçil bir yaşamın getirisi üzerine canlı türünün et dışı diyete eğilime sokacak genlerinin yok olması, yani frekanslarının yok olması. İşte türleşme bu şekilde gerçekleşmektedir ve bu yolla yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm canlılar aynı kökeni ve farklı derecede akrabalık paylaşmaktadır. Örneğin, bizim en yakın kuzenlerimiz şempanzelerken, balinalar su aygırıları ile benzer bir yakınlığı paylaşmaktadır. Bilinçli bir şekilde ezerek öldürdüğünüz böcekler bile sizin tartışmasız kuzenlerinizken, Jurassic Park’ın ünlü başrol oyuncusu T-Rex, yediğiniz tavuğun (bknz. Marmara Tavuğu) yakın akrabasıdır.
Maalesef, bilimin sunduğu evrim temelli yaşamın öyküsü, yaratılışçılığın aksine burada anlatamayacağım kadar detaylı ve uzun. Bu konuda ne yazarsam yetersiz kalacağı için yazının sonuna linkler koydum.
Nihai sonuca bakmamız gerekirse, karşımızda kabullenmemiz gereken iki seçenek olduğunu görürüz. Birincisi, bize Evren’in büyük, başlangıcı ve sonu olmayan kozmik bir güç tarafından yaratıldığı, Dünya’nın ise Evren’e oranla çok daha fazla bir zaman diliminde 6 günlük bir sürede oluşturulduğu ve tüm yaşamın aynı anda ortaya çıkan stabil bir sistem olduğudur. İkincisi ise Evren’in Büyük Patlama ile oluştuğu, fizik kanunlarınca kendi devinimi içinde yönetildiği kaotik bir sistem olduğu, Dünya’nın önemsiz sayılabilecek bir zamanda oluşan ve devasa Evren düzleminde küçük bir nokta olduğu ve canlılığın 3,5 milyar yıl önce tek bir hücreden Darwinist Evrim Teorisi temelli başlayarak günümüz yaşamını oluşturduğu gerçeğidir. Ben açık bir şekilde oyumu, gerçekliğinin sürekli olarak kanıtlanması, sahte fosil sergilerinin yerine bilimsel verilere ve sağlam kanıtlara dayanması ile kesinlikle daha tatmin edici bir şiirsel resim sunması açısından, bilim cephesine ve şövalyelerine veriyorum. Siz de bu üç parçalık yazı dizisinde kendinizce doğru olan seçeneği seçin ama aslında gerçek, apaçık gözler önünde değil mi?
Kaynakça
http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrlerin_K%C3%B6keni
http://evolution.berkeley.edu/
http://carta.anthropogeny.org/