İktidarların mimari yapılar yardımıyla insanları etkilemek ve bu sayede iktidarını sağlamlaştırmak isteği, ne yazık ki sadece modern zamanlara özgü bir olgu değil. Roma İmparatorluğu döneminde bile bu çabanın örneklerini bulmak mümkün. Roma’yı cumhuriyetten imparatorluk yönetimine geçiren Augustus, Roma’nın kadim ihtişamını göstermek ve bir yandan da halkı etkilemek amacıyla çok sayıda tapınaklar ve anıtlar yaptırmıştır. Bu konuda; ben Roma’yı mermer bir şehir haline getirdim ifadesini de kullanarak mimariye ne kadar önem verdiğini göstermiştir. Augustus’un haricinde Neron da Roma’nın yanışının ardından yanan bütün ağaç yapıları mermer ile yeniden yapıp Roma’nın çok daha ihtişamlı olmasını arzulamıştır.
Modern zamanlarda ise mimariyi kullanarak iktidarını sağlamlaştırmayı veya halkı mimari vasıtası ile eğitmeyi amaçlayan siyasi yapı ve liderler daha çok otoriter rejim ve liderleridir.
Yirminci yüzyıl otoriter rejimleri içerisinde İtalya, mimariye bakış açısı ve mimariyi kullanma açısından diğer otoriter rejimlerden farklı bir konumda bulunmaktadır.Benito Mussolini döneminin diğer diktatörlerinden farlı olarak modern mimariyi benimsemiş ve dahası desteklemiştir. Bu şekilde zamanın diğer diktatörlerinden farklı olarak geçmişin değil geleceğin yöneticisi olduğunu göstermek istemiştir. Bu düşüncesi ise kendi zamanının otoriter liderlerinden ziyade günümüz otoriter liderlerinin bakış açısına benzemektedir. Mussoli’nin Roma’yı yeni bir Akdeniz İmpraratorluğunun başkenti olarak göstermek hayali vardı. Bu hayalinin gerçekleşmesinin tek yolu ise Mussoli’nin diğer rejimlerin başaramadığı sosyal ve kültürel değişimi kendisinin başardığını göstermesi ve dolayısıyla İtalyan halkının kendisine güven duymasını sağlamaktı.
Mussolini’nin bu sosyo-kültürel değişimden kastı ise İtalyan hayatının geleneklerinin modernleşmesi ve faşizmin de bu modernleşmeyi sağlayacak olan devrim olmasıdır. Dönemin birçok mimarına göre bu devrimi gerçekleştirecek düşüncenin nasyonalizm olması önem arz etmemekteydi, çünkü dönemin sanatçılarının liberallerin, muhafazakarların ve sosyalistlerin başaramadığı değişimin nasyonalizmin başaracağına olan inançları vardı. Bu konu üzerinde dönemin mimarlarından Ernesto Rogers’ın sözleri dikkat çekicidir. Rogers “Modern mimarinin amacı devrimdir. Faşizm ise bu devrimi sağlamayı amaçlar, dolayısı ile İtalyan mimarisi faşist mimariye göre şekillenmelidir” demektedir.
Mussoli’nin bu yönde olan isteğine rağmen, İtalya’da 1922’den sonra yapılmış olan her yapıyı faşist veya diğer ismiyle rasyonalist mimarinin bir örneği olarak değerlendirmek hatalıdır. Bu durum ise Ulusal Faşist Partinin birçok yapının nasıl yapılacağı konusunda sessiz kalması veya muğlak yanıtlar vermesinden ileri gelir. Rejim tarafından desteklenen en büyük yapılardan biri olmasına karşın Roma Üniversitesinin yapımı kesin çizgilerle belirlenmiş değildi. Aslında Mussolini bu büyük yapının taslak çalışmalarında bizzat bulunmuştur, buna rağmen üniversite binalarının veya kampüsünün nasıl tasarlanması gerektiği yönünde açık bir ifade kullanmamıştır. Mussoli’nin muğlak ifadelerinin sonucunda ise üniversitenin yapım taslağında çalışan her mimar kendi hayalindeki faşist mimariyi oluşturmuştur, ve üniversite ona göre inşa edilmiştir.
Sovyet Rusya’nın mimarisine bakıldığı zaman ise Sovyet mimarisinin dönemin diğer baskıcı rejimlerine paralel özellikler gösterdiğini gözlemlemek mümkün. Sovyet Mimarisinin önemi ise 2. Dünya Savaşının ardından Avrupa’daki en büyük inşaat hareketi olmasından kaynaklanmaktadır. Demir Perde hareketi olarak bilinen inşaat atılımı Balkanlar’dan Karadeniz’e kadar bir yapılaşma hareketini kapsamaktadır. Bu hareketin büyüklüğü ise Nikita Kuruşçev’in sözlerinden anlaşılabilir. Kruşçev 1946-1954 yılları arasında 200.000.000 metrekare ev yapıldığını belirtmiştir.
Sovyet mimarisi muhafazakar estetik ile modern tekniklerin birleşiminden oluşmaktadır. Bu muhafazakar estetiğin hakim olmasının sebebi ise bizzat Lenin’in modern mimariden hazzetmemesinin soncunda Lenin’in ardından gelen politikacıların da Lenin’i bu konuda takip etmeleridir. Sovyet Rusya’ya hakim olan klasik mimarinin özü ise 17. yüzyıl barok mimarisinin Rus stiline göre değiştirilmiş halidir. Ancak, savaş sonrası dönemde Rusya’nın çelik üretimindeki eksikliğinin bir sonucu olarak, özellikle evlerde estetik kaygılar bir kenara bırakılmış ve işlevsellik öne çıkmıştır. Kruşçev bu mevzuyla ilgili olarak; mimarlar estetik ile fazla kaygılanıyor, evlerin işlevselliğinin dışına çıkarılıp adeta kiliselere benzetilmeleri yanlış demiştir. İşlevselliğin öne çıkarılmasının bir sonucu olarak Sovyet Rusya’nın neredeyse her yerinde monoton ve ruhsuz kutu biçimindeki yapılar ortaya çıkmıştır.
Sovyet Rusya, her ne kadar ev ve bazı hükumet binaları için işlevselliği öne çıkaran monoton yapıları tercih etmişse de anıtsal veya bazı büyük yapılarda bu tutumundan vazgeçip insanları etkilemeye yönelik yapılar yapmıştır. Bu yapılarda Sovyet öğretilerinin bir sonucu olarak halkı eğitmeye ve ilham vermeye yönelik özellikler bulunur. Söz konusu yapılardan en önemlisi ise Moskova metrosudur. Moskova metrosu henüz barınma sorunlarının tam olarak aşılamadığı zamanlarda toplu taşıma gereksinimlerinin çok üstünde bir kapasitede yapılmıştır. Bu duruma şaşıran ve metro harcamalarından kısılıp faydacı bir yaklaşımla insanların barınma ihtiyaçlarına öncelik verilmesini savunan batılılara, Rus meslektaşlarının verdiği yanıt ise metronun estetik, kültürel ve politik eğitimin bir parçası olması ve bunun yanı sıra insanlara daha iyi bir yaşam vaadinin sembolü olması dolayısıyla, metronun ev ihtiyacından daha önemli olduğudur.
Son olarak, modern mimarlar arasında otoriter rejimlere olan çekimin sebeplerinden bahsetmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bunun en başlıca sebebi mimarinin diğer sanat dallarından farklı olarak oldukça yüksek miktarda kaynak gerektirmesi ve otoriter rejimlerin bu kaynağı sağlayabilecek olmasıdır. Günümüz otoriter liderleri, halkı etkilemek adına hiçbir harcamadan kaçınmamakta ve bu durum ise o zamana kadar yaratıcılıklarını sadece kağıt üzerinde gösterebilen mimarlar için belirli bir çekim yaratmaktadır. Bir diğer sebep ise otoriter ülkeler, demokratik ülkelerin aksine mimarların ve inşaat şirketlerinin sivil toplum örgütleri, çevreci örgütler ve bu örgütlerin açtığı davalardan bağımsız bir şekilde hareket edebilmelerine olanak sağlamaktadır. Londra’da bulunan yeni hava limanı terminalinin inşasının durdurulması için açılan dava 4 yıl sürmüştür, bu süre zarfında ise Çin’deki yeni hava limanı terminali, taslak aşamasından bitirilme aşamasına gelmiştir. Bir diğer olası sebep ise mimarların rejimlerin sürekli olmadığı ancak yaptıkları yapıların kalıcı olacağına yönelik duyduğu inançtır. Bütün bu sebeplere rağmen, neredeyse bütün mimarlar otoriter rejimlerilere yönelik yaptığı çalışmalarda bir noktada sınır çekmeyi uygun görmüşler. Bu konudaki en radikal görüşlerden birisine sahip olan Alsop dahi bu konuda bir sınırının olduğundan bahsedip Burma’nın bu sınırın dışında kaldığını ifade eder. Alsop’un ifadesini, en azından ben, demokratik rejimler için bir umut kaynağı olarak görmekteyim.
KAYNAKÇA
- P. Doordan, “The Political Content in İtalian Architecture during the Fascist Era”.
- Layaco, “The Architecture of Autocracy”.
- Voyce, “Soviet Art and Architecture”.
- Ward, “Totalitarianism, Architecture and Conscience”.