Su damlaları kendilerini yer çekimine bırakıp Uganda’daki Viktorya gölünden 6853 km’lik yolculuklarına başlarlar. Bu yolculuk boyunca Nil nehri, uçsuz bucaksız ovaların ve dağların arasında salına salına bir o yana bir bu yana süzülerek yolunu bulur. Susuz çöllere su, aç şehirlere tahıl getirir ve doğanın yaptığı bu en uzun yolculuğun sonunda medeniyetlerin beşiği Akdeniz’e kavuşur.
Akdeniz medeniyetlerin beşiğidir çünkü dünya tarihini şekillendiren sayısız imparatorluk burada yükselip çökmüş, insanlığın en önemli başarılarının bir çoğuna hep burada ulaşılmıştır. Tarım, şehir, yazı, alfabe, hukuk hep Akdeniz ve onu çevreleyen coğrafyanın çocuklarıdır. Piramitler, Akropolis, Kolezyum hatta Aya Sofya, Akdeniz’in ve bir bütün olarak Akdeniz uygarlığının yarattığı ve dünyaya armağan ettiği şaheserlerdir.
Peki nasıl oldu da Akdeniz uygarlığı bu kadar başarılı oldu?
Akdeniz coğrafi olarak çok da özel bir konumda değildir, suları sıcak ve tuzludur, bu da onu zengin balık yataklarından mahrum eder. İklimi yazları kurak ve sıcak, kışlarıysa bol yağışlı geçmektedir. Bu iklim tipi ilk çağ tarımı için pek de uygun değildi. O dönemdeki bitkiler kışın yağan şiddetli yağışlara kolay kolay dayanamazlardı, Akdeniz’in bugün olduğu tarım cenneti haline dönüşmesi için Amerika’dan gelecek turunçgilleri beklemek gerekmekteydi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Akdeniz’in kendine özgü nimetleri de vardır; tahıl, üzüm ve zeytin. Bu üç besin Akdeniz insanının açlığa karşı savaşında en büyük cephanesini oluşturur. Tahıl Akdeniz insanına ekmeği, üzüm içeceği şarabı ve zeytin yemeklerini pişireceğini yağı verir. Bu sürdürülebilir bir toplum yaratmak için gereken üç ana besin kaynağıdır. Bu besin kaynaklarına sahip Akdeniz insanı bir şeyi fark etmiştir, bu kaynaklar her yerde eşit miktarda üretilememektedir. Burada da Akdeniz coğrafyası devreye girip Akdeniz insanına bir başka lütfunu sunar; Nil ve Adalar. Nil ve Adalar’ın öneminin hızla farkına varan Akdeniz insanı da boş durmaz, deniz taşımacılığını icat eder.
Başka hiçbir çağdaşı Akdeniz uygarlığının deniz taşımacılığında ulaştığı seviyeye ulaşamamıştır. Bu da Akdeniz uygarlığına İskender’in M.Ö. 323’deki ölümünden Macellan’ın 1521’deki dünya seyahatine kadar devam eden bir üstünlük sağlamıştır.
Mısır’da Nil’i kullanarak başladığı deniz macerasını Levant ve Yunan adalarına taşıyan Akdeniz insanının önündeki engeller artık kalkmıştı. Akdeniz insanı Macellan ile tamamlayacağı dünya denizlerini fethetme yazgısına artık başlayabilirdi.
Deniz taşımacılığında yolu açan Fenikeliler oldu, cesur ve gözü pek Fenikeli denizciler yıldızları ve güneşi kullanarak yerlerini bulmayı öğrendiler; bu keşif Fenikelilere daha önce hiçbir Akdenizlinin gitmediği yeni, cesur bir dünyanın kapılarını açtı. Kolomb dönemi kâşiflerine ilham verecek şekilde dur durak bilmeden batıya giden Fenikeli denizciler ilk koloniciler olarak da tarihe adlarını yazdırdılar. Kurdukları ticari karakolları zamanla büyük şehirlere dönüştüren Fenikeliler, Akdeniz’in şehirleşme mirasını da bugünkü Tunus ve İspanya’ya taşıdılar. Kurdukları bazı şehirler, Kartaca gibi, zamanla o kadar büyüdüler ki eski başkentlerini geçip dünyanın en büyük şehirleri arasına girdiler.
Fenikelilerin Akdeniz medeniyetinin ortaya çıkmasına şehirleşme alanında yaptıkları katkı her ne kadar devasa olsa da, Fenikelilerin yaptıkları esas katkının yanında şehirleşme alanındaki başarıları adeta devede kulak kalmaktadır. Fenikelilerin Akdeniz uygarlığına yaptıkları en büyük katkı ona alfabeyi tanıtmalarıdır.
Cesur Fenikeli denizciler Akdeniz’i bir uçtan diğer uca kat ederken yanlarında bir o yana bir bu yana taşıdıkları alfabe Fenikelilerin Akdeniz dünyasına bıraktığı gerçek mirasları oldu. Bu mirası alıp mükemmelleştirmek ve Akdeniz uygarlığını bir sonraki seviyeye taşımaksa Fenikelilerin rakipleri ve ardılları Yunanlılara nasip oldu.
Fenikelilerin Akdeniz’e tanıttığı şehirleşme kültürünü ve alfabeyi bir üst seviyeye taşıyan Yunanlılar yarattıkları ünlü “Polis” kavramıyla Akdeniz’in yeni efendileri ve kolonileştiricileri olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldılar. Yunanlıların sahneye girişleri o kadar hızlı ve güçlü oldu ki neredeyse bütün Fenike kolonileri hemen Yunan etkisine teslim olup Yunanlaştılar. Bu güçlü darbeden sadece Kartaca gibi birkaç güçlü şehir kendini koruyabildi. Yunanlılar kültürleri ve hayat tarzlarıyla Akdeniz dünyasına yeni bir çehre kazandırdılar. İlk olarak İtalya ve Sicilya’da görülmeye başlanan bu Yunan etkisi zamanla Güney Fransa’ya kadar yayıldı ve İskender’in fetihleriyle bütün Akdeniz dünyası ile Orta Doğu’yu etkisi altına aldı.
Yunan fetihleri Akdeniz’e yeni, mermerden, parlak bir görüntü verdi. İskenderiye feneri, Rodos heykeli ve bugün hâlâ bütün görkemiyle Atina’nın üstünden Akdeniz’i izleyen Akropolis, Yunan uygarlığının ulaştığı büyüklüğü ve onun Akdeniz üzerinde kurduğu hegemonyayı tüm çıplaklığıyla sergilemekteydiler. Fakat Yunanlılar hükümleri bin yıl sürecekmişçesine, eserlerini gözcü kuleleri gibi Akdeniz’in bir o yanına bir bu yanına dikerken tarih sahnesindeki vakitlerinin bitmekte olduğunu fark edemediler. Uygarlıklarının altın yıllarından kalma zenginliklerin ve şaşaanın içinde debelenirken, Yunanlılar Batı’dan, inanılmaz hırsı ve acımasızlığıyla yükselen, kan ve demirden kartalın gölgesini çok geç oluncaya kadar göremediler.
Henüz “Ebedi şehir” sıfatını almamış Roma, İskender’in Orta Doğu’da bütün görkemiyle etrafa koşuşturup Yunan uygarlığının üstünlüğünü kabul ettirdiği MÖ 338 yılında, sürekli Galyalıların istila tehdidi altında yaşayan ve ancak büyükçe bir kasabaydı. Lakin kısa sürede kendi üstünlüğünü etraftaki diğer Yunan yerleşmelerine kabul ettiren Roma hedeflerini büyütmeye başladı. Yüz yıl sonra MÖ 220’de Roma artık Kartaca’nın bir dengiydi ve işte burada Roma ilk büyük sınavını vermek zorunda kaldı. Art arda yapılan çok kanlı ve zorlu iki Pön (Kartaca) savaşından sonra Roma kendisine gerçekten rakip olabilecek bu son şehir devletini dizlerinin üzerine çökertmeyi başardı. İşte tam bu noktada Roma gelecekte onun karşısında duranların başına neler geleceğini göstermek istedi. İnanılmaz hırsı ve fetih arzusuyla yanıp tutuşan Roma MÖ 146’da kendisini yok oluşun eşiğine getiren bu kadim şehri taş üstünde taş kalmayana kadar yok etti. Vatandaşları surlarından aşağı atılan, tarlalarına hiçbir şey yetişmesin diye tuz serpilen Kartaca şehri tarih sahnesinden silindi.
Kartaca’yı yok etmesiyle bütün Batı Akdeniz’in efendisi olan Roma kan ve demirle Akdeniz’in geri kalanına da üstünlüğünü kabul ettirdi. MS 1 yılına gelindiğinde İmparator Augustus dünyanın o zamana kadar gördüğü en büyük ve gelişmiş imparatorluğu kontrol ediyordu. Roma’nın askeri fetihleri Akdeniz dünyasının sınırlarını genişletmiş onu İskoçya’nın dağlarından Pers çöllerine kadar olan bir alanın efendisi haline getirmişti. Akdeniz’i bir bütün haline getiren ilk devlet olan Romalılar için Akdeniz artık bir iç deniz yani “Mare Nostrum”du.
Yunan kültürünü sentezleyerek ortaya çıkardıkları Roma kültürünü ve yasalarını bütün Akdeniz’e yayan Romalılar, Avrupa’nın Rönesans ile yeniden keşfedeceği Akdeniz kültürünü yaratmış oldular. İtalyan Rönesansı’ndan sonra tüm Avrupa’ya yayılan bu anlayış Avrupalılarla birlikte bütün dünyayı dolaştı ve bugün yaşadığımız dünyanın temelini oluşturdu.
Bugün bile Akdeniz hâlâ dünyanın gündeminde çok önemli bir yer tutmaya devam ediyor, milyonlarca insan onu geçip daha iyi bir geleceğe ulaşmak istiyor. Akdeniz’de toprağı olmayan ülkeler ona ulaşmaya, Akdeniz’den bir parça koparmaya çalışıyorlar. Lakin bu kavga Yunanlılar Truva’ya yelken açmadan önce de vardı, sonra da olacak.
Ne yazık ki Akdeniz uygarlığını, onun yaşayan organizmasını, onu şekillendiren olayları, insanları anlatmaya binlerce kitap bile yetmez. Bundan ötürü atladığım ve yanlış yazdığım şeylerden ötürü, tarih beni bağışlasın.
[box_light]Kaynakça[/box_light]
– Colin McEvedy, İlkçağ Tarih Atlası, Sabancı Üniversitesi Yayınları
– Fernand Braudel, Akdeniz: Tarih, Mekan, İnsanlar ve Miras, Metis Yayınları
– Fernand Braudel, Bellek ve Akdeniz: Tarihöncesi ve Antikçağ, Metis Yayınları