Başrollerinde Eva Green ve Matt Smith’in olduğu “Womb” (Rahim, 2010), pek çoğumuzun kabuslarını peş peşe yüzümüze vuran bir film: zamansız bir ayrılık, unutulmayan bir çocukluk aşkı, kavuşurken kavuşamama, ani bir ölüm… Ha, bir de bir klon. Filmi bir aşk filmi olarak izleme eğilimine bir izleyici olarak karşı koymak oldukça zor. Ne de olsa verilmiş sözler, birbirini yirmi yıl, sonra bir yirmi yıl daha beklemeler, sevdiğiyle geçiremediği zamanı telafi etmek için onun bir klonunu doğurmalar var filmde.
Aslında romantik, ama romantik olduğundan çok absürd, rahatsız edici bir film. Bu rahatsızlığa yönetmenin ses seçimleri, daha doğrusu hiçbir müzik kullanmayıp, diyaloglar veya denizin sesi gibi ortamın gerçek hayatta çıkardığı sesler haricinde kesintisiz bir sessizliğin filme egemen olması da büyük katkı sağlıyor. Seslerle yaratılan bu gerçeklik hissi, Eva Green’in canlandırdığı baş karakter Rebecca’yla bir yakınlaşmaya sebep olup, karakterin yaşadığı ikilemlere empatiyle yaklaşmamıza yol açıyor. Bu ara ara diyaloglarla kesilen sonsuz sessizlik, karakterlerin hayatlarına ve çıkmazlarına dair izleyiciye kadar uzanan bir rahatsızlık hissi yaratarak, karakterlerin ve hikayenin ruh hâlini daha kesin bir biçimde ortaya koyuyor. Kimi eleştirmenler bu sessizliği, filmin kısıtlı mekanlarını da vurgulayarak, bütçe sıkıntılarına bağlasa da, yönetmenin sesle ve sessizlikle yarattığı atmosferin filmin genel anlam ve hissiyatına katkısı olduğu yadsınamaz.
Filmin bir diğer rahatsız ediciliği de, her ne kadar film bu konuyu sıradanlaştırıp fazla sorgulamadan olay örgüsünde olağan bir şekilde kullansa da, klonlama meselesi. Rebecca’nın kaybettiği aşığından klonlayarak doğurduğu Thomas’ın bir klon olduğunun anlaşılmasıyla anne ve oğlun yaşadıkları küçük kasabayı terk etmek zorunda kalması dışında filmde çok bir yer bulamayan klonlama olgusu, filmin genel hikayesiyle birlikte büyük bir etik sorgulamaya tabi tutuluyor aslında. Kasabadaki bir diğer klon çocuk, anneannesinin bir kopyası olduğu açıkça bilinen ve bu yüzden dışlanan bir kız çocuğu da aynı etik soruları sorduruyor: Klonlama teknolojisi yaygın bir uygulama hâline geldiğinde, onu kaybettiklerimizi yerine koymak için kullanacak mıyız ve bunun bizde yaratacağı duygusal buhranlar, bizim onları klonlayarak hayatta tutma çabamıza değecek mi? Daha da önemlisi, birini fiziken bir başkasının tıpatıp kopyası olarak dünyaya getirdiğimizde, bu yeni insanın, ötekinin aynısı olması fikri başlı başına sakıncalı bir fikir değil mi? Sevdiğimiz insanları sevdiğimiz insanlar yapan ne de olsa kaşının, çenesinin şeklinden çok, duygusal ve düşünsel özellikleriyken, onları karşımızda görmeye devam etmek için yıllarca beklemek ve sonunda, sevdiklerimizi her gün görüp de artık başka biri olduklarını sindirmek, tanıdıklarımızı klonlamanın en büyük sorunu değil de nedir?
Rahim’i bir aşk filmi olarak düşünmek en kolay ve en kısa yorum olabilir ama, durumu bir de anne-oğul ilişkisi bağlamında değerlendirmek gerek. Oğlunu yirmili yaşlarına kadar büyüten Rebecca’nın karşısında kaybettiği aşkını göre göre hâlâ anne rolünü yerine getirmek için tüm gücüyle çabalaması, bu çabanın yetmediği zamanlarda ortaya çıkan karmaşık ilişki dinamiği, oğlunun eve sevgilisini getirmesiyle daha da tuhaflaşan atmosfer; filmin başında gördüğümüz Rebecca-Thomas aşkından daha fazla ağırlığa sahip filmde. Thomas’ın başka bir kadınla ilişki yaşaması, annesinin sık sık tekrar ettiği “sadece sen ve ben”, “yalnız ikimiz” gibi ifadeleri boşa çıkartmakla kalmıyor, aynı zamanda çocuğun yuvadan uçması olgusunun yarattığı sancılara da yol açıyor. Kısacası Rebacca, Thomas’ın gidişiyle yalnızca görmek için yıllarca beklediği aşığını değil, uğrunda her şeyi bırakıp deniz kıyısında ıssız bir kulübeye yerleştiği oğlunu da kaybediyor.
Renk skalasıyla yumuşak, anlattıklarının duygusal boyutuyla sert ve keskin bir film Rahim. Genelde teknolojik tarafıyla düşündüren, insanların uzakta gördüğü bir konu olan klonlamayı alıp Eva Green’in tartışmalı filmlerle dolu kariyerine yaraşacak karmaşada bir ilişkinin temeline koymak yalnızca yaratıcı değil, aynı zamanda oldukça rahatsız edici ve düşündürücü bir olay örgüsü oluşturmak açısından da oldukça başarılı. Benedek Fliegau’nun yönettiği film bazı sahneleriyle tüylerinizi ürpertecek, gerçekçiliğiyle sizi çok rahatsız edecek, huzursuz bir film. Bizi rahatsız etmeyen şeylerin bize pek de bir şey kazandırmadığı düşünülürse, Womb izlenmeye, hatırlanmaya, ve anlatılmaya değer bir film.