[quote]
951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
-Nazım Hikmet’in Otobiyografi adlı şiirinden bir dize, Doğu Berlin, 11 Eylül 1961
[/quote]
Bugün, Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığından çıkarılmasının üzerinden tam tamına altmış beş yıl geçmiş. Yeniden Türk vatandaşlığına alınmasının üzerinden ise sadece yedi yıl… On bir ayrı davanın konusu olan ve on iki yılını cezaevlerinde geçiren bu güzel yüzlü şairin gerçek değerini anladığımız dönemdeyiz. Sadece şiirleri değil; tiyatroları, romanları, anıları ve mektupları kitap raflarının başköşesinde yerlerini almış durumda. Haksız da sayılmazlar bu başarılarında, hepsi de çağdaş Türk ve dünya edebiyatlarının en önemli isimlerinden birinin kaleminden çıkma. İşte tam bu noktada, günümüzden altmış beş yıl öncesine döndüğümüzde- takvimlerin 1951 yılını gösterdiği zamana-, çok farklı bir tabloyla karşı karşıya kalmaktayız. Daha bir yıl öncesine kadar hapiste olan ve hükümete uygulanan yoğun baskılar sonucunda çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşan Nazım Hikmet vardır karşımızda. Özgürlüğüne kavuşmuştur kavuşmasına ama -hemen sonrasında- askerliğe çağrılmıştır, bir de bitmek bilmeyen öldüreceği hususunda duyumlar vardır. Bunlar sonucunda, 17 Haziran 1951 yılında Nazım Hikmet Türkiye’den kaçar. Yazımın ana meselesi olan bu kaçış; Nazım Hikmet’in bizzat kaleme aldığı bir yazı ve şairin eniştesi olan gazeteci ve oyun yazarı Refik Erduran’ın anıları doğrultusunda –bir nevi olayın başkahramanlarının beyanatları- okuyucuya aktarılacaktır. Başlamadan önce, bu aktarma sürecinde kullanılan tabirlerin çoğunun şahsımın değil; Nazım hikmet ve Refik Erduran’ın tabirleri olduğunun belirtilmesinde fayda olduğu kanısındayım.
Hapisten çıkmasından kısa bir süre sonra, Nazım Hikmet, Dünya Barış Komitesi tarafından Varşova’da yapılacak kongreye çağrılır. Joliot Curie imzalı bu telgrafta aynı zamanda Nazım Hikmet’in mutlaka orada bulunması gerektiği de söylenir. Fakat ortada bir sorun vardır: Türk makamlarının Nazım Hikmet’e pasaport vermeme ihtimali. Bu sorunun nasıl aşılacağı düşünülürken ‘’gerici’’ Türk gazetelerinde Nazım Hikmet’e karşı bir kampanya başlatılır ve bu kampanya dahilinde kendisinin Varşova’da Dünya Barış Komitesi Başkanı Yardımcısı seçildiği, ücretli bir Rus ajanı olduğu, bütün şiirlerinin Ruslar tarafından basıldığı yazılır. Nazım Hikmet aleyhinde yazılanların gazetelerin birinci sayfalarını süslediği bu dönemde, polis de takibini arttırır ve evi sabah saat 8’den gece saat 12’ye kadar kırk beş polisle çevirir. Kendisi bu sebepten dolayı tedbir alır. Sakin bir hayat sürdüğüne ve kimseyle teması olmadığına polisleri inandırmak için hep aynı saatte evden çıkar, hep aynı yoldan gider.
Nazım yine aynı dönemde, Paris’ten bir haber alır. Nazım Hikmet’e pasaport talebinde bulunmasını ve eğer Türk makamları kendisine pasaport vermeyi reddederse yeni bir kampanya başlatacaklarını bildiren bu haber üzerine pasaport için başvurmayı kararlaştırır. Avukatına tedavi olmak üzere İsviçre’ye gitmesi için pasaport vereceklerini söylemelerine rağmen; Türk makamları, kendisini askerlik şubesine çağırır ve kendisine askerlik yapmadığı için orduya alınması gerektiğini söylerler. Nazım Hikmet’in, sağlık durumu nedeniyle askerlikten affedildiğini ve buna dair evrakın ilgili işlemi yapan hastanede olduğunu anlatması nafiledir: ordunun emriyle ev hapsine alınır. Refik Erduran’a göre, Nazım Hikmet hasta kalbiyle askere gitse ona öyle bir muamele yapılırdı ki, maddeten ve manen ezilerek ortadan kaldırılması kolay olurdu. Aynı zamanda bir de ölüm tehditleri vardır Nazım Hikmet’in özgürlüğünün karşısında. Refik Erduran bu konuya da değiniyor: ‘Ayrıca otomobille öldürülme girişimi vardı. Nâzım, eşi Münevver’le yürürken üzerlerine hızla bir otomobil geliyor; Nâzım karısını geri itiyor, kendini de yana atıyor ve ezilmekten güçlükle kurtuluyorlar. Bu gerçekten öldürme girişimi olmasa bile gözdağı denemesidir.’’
Ev hapsine alınması ve Türk makamlarının kendisine pasaport verme ihtimalinin olmaması, partinin- kastedilen TKP- Nazım Hikmet’in yurt dışına kaçak çıkması yönünde karar vermesine sebep olur. Kaçışın önündeki en büyük engel paradır ve bu sorun da Sabiha Sertel tarafından çözülür. Nazım Hikmet, Dünya Barış Komitesiyle temasa geçer ve Dünya Barış Ödülünden kendisine düşen paranın yarısının Sabiha Hanıma verilmesini diğer yarısının da kendisi adına bir İsviçre bankasına yatırılmasını rica eder. Paranın yarısı, o sıralar Paris’te bulunan Sabiha Hanıma verilir ve o da Türkiye’ye dönecek olan kocası -Zekeriya Sertel- aracılığıyla parayı Nazım Hikmet’e ulaştırır. Kaçışın önündeki en büyük engel böylelikle kalkmış olur. Parti, daha büyük bir gizlilik için kaçışı kendisinin örgütlemesini isteyince, Nazım Hikmet’e göre partiye sempati duyan ve polisin ve emniyetin hakkında bir şey bilmediği Refik Erduran’la kaçışı örgütlerler. Bundan sonrasını doğrudan Nazım Hikmet’in ağzından dinleyelim: “Türkiye’den kaçmanın üç yolu vardı:
- Sovyet hududuna gelip buradan geçmek. Ama bu imkânsızdı. Çünkü bu hudut İstanbul’dan çok uzaktı ve oraya kadarki yolda hiçbir teşkilatımız yoktu, biz ise yolu bilmiyorduk.
- İkinci olanak, kaçakçılarla Suriye’ye geçmekti, ama Suriye hükümeti beni tutuklayıp Türkiye’ye geri gönderecekti.
- Üçüncü olanak, İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılıp halk demokrasili ülkelerden birine, örneğin, Bulgaristan’a ulaşmaktı. Bulgar sahili 80.100 mil ötedeydi. Böylece biz Boğaz üzerinden Bulgaristan’a geçiş olanaklarını araştırmaya başladık.”
Kaynakça
http://t24.com.tr/haber/erduran-pasaya-danistim-nazim-hikmeti-kacirdim,151635
Mete TUNCAY, Plehanov Gemisiyle Boğaz’dan Köstence’ye Nazım Hikmet Kaçışını Anlatıyor, Toplumsal Tarih 2007/1, s. 18-21