Karl Marx bir zamanlar insanların ilgi duyduğu sanat ve edebiyattan kayıp, siyasi ve iktisadi konulara yöneldiği bir dönemde doğmuştu. Bu yüzden Marksizmin kurucuları önceki dönem filozoflarının yaptığı gibi geniş bir ölçüde inceleyemezdi. Elbette ki bundan ötürü Marx ve Engels’in derinlemesine bir sanat yorumu bırakmaması oldukça üzücüdür. Mihail Lifşitz bunu başaramamalarının sebebi olarak Marx ve Engels’in odağının acı çeken insanlık sorunu üzerinde olduğunu işaret eder. Yani Marksizmin kurucularının bağlılıklarını gösterir.
Her ne kadar sistematik yahut derinlemesine bir sanat yorumu başarılamamış olsa da, mektuplarında sanata ve evrelerine itafen bölümler vardır. Ancak ayrıntılı olmamalarından ötürü bu yorumlar, aforizma olarak ele alınır ve kimi zaman yanlış yorumlanma riskleri de vardır. Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır, Marx’ın estetik anlayışı devrimci görüşleriyle çatışmaz, aksine bu ikisi birbirinden ayrılmaz şekilde bağlıdır.
Karl Marx üniversite günlerinde hukukla olduğu kadar sanatla da ilgilenmiştir. Üstelik, birkaç başarısız şiir ile nişanlısına adadığı şiirleri ve skeçler bulunmaktadır. Marx, hayatının ilk dönemlerinde romantizm akımının etkisindeydi ve sonraları takip edeceği Hegel’e karşı oldukça olumsuz bir tavır takınıyordu. Ancak romantizm anlayışı Fichte’ye yakındı. Modern çağa eleştirileri ve ilerleyen insanlığın şiire dökümüydü. Sanata ve şiire olan bu tutkusu genç Marx’ın hayatındaki ilk buhrana sebebiyet verdi. Bastıramadığı şiir yazma isteği ve insanlığın sorunlarına çözüm bulma arasında bir çatışma baş göstermişti. Bu buhranın sonucu Marx’ın şiir yazmayı yadsıması ile sonuçlanmıştı. Marx, Hegel’in felsefesine döndü. Hegel ise çelişkileri çözecek en büyük silahın bilgi olduğunu savunuyordu ve pek çok kez fikir değiştirdiği halde modern çağda sanatsal yaratımın mümkün olmayacağını savunuyordu. Marx’ın Hegel’e geçişi de düz yazı ile şiiri birleştirme çabasının bir sonucuydu. Marx’ın romantik akımdan Hegel’in felsefesine geçişi politik bilincinin yüksek bir noktaya ulaştığı anlamına gelebilir.
Hegel pek çok kez Epikurus’a eleştiri getirmişti. Epikurus’un atom ilkesini, bireylerin birbirinden izole edildiği ve özel çıkarların çatışmasının aşırı hali, Yunan toplumunu bölen ve yıkan iktisadi ve politik uygulanışı olarak tanımlıyordu. Marx’ın yazısı da Epikurus’a eleştiri niteliğindeydi. Karmaşık bir gövde içerisinde atom izole edilmiş olarak bulunulamazdı ve dış dünya zenginliğinin bir odak noktası olur ve bu da onun atomluktan çıkmasına sebebiyet verir.
Epikurus’un din biliminde doruk noktasına ulaşmıştır. Tanrıların insanlarla olan benzerlikleri ve bunlar Yunan sanatının tanrı heykelleridir. Yunan heykellerinin yorumlanması ise Hegel’in idealist felsefesini yadsınması demekti. Marx, “İdealist politik tarihçilerin anlattığı eski Yunan insanları ‘yurttaş’tılar, oysa şimdikiler yalnızca ‘burjuva’, ‘Ticaret dostu’.” Marx eski gerçekliğin Yunan tanrılarında resmedilişini ileri sürer. Paradan ve modern ilişkilerden ayrılamayacak olan değişimi yadsıyan tanrılar olduğunu söyler ve Yunan sanatının çöküşünün sebebi ve tarihi sınırı olarak gösterir bu yaklaşımını. Yunan demokrasisi çökünce, heykelleri de çökmüştü. Olimpos tanrıları yenilgiye uğramıştı. Marx’a göre eski Yunan heykel sanatının tarihi sınırlılığı bedeni-gerçekliği değil, hayattan kaçışıydı. Yapılabilecek tek yorum ise maddi hayatın, atom yurttaş yani soyut bireysellikten daha yüce bir ilke çevresinde birleşmesi gerekliliğidir. Lifşitz, Marx ile Hegel arasındaki ayrımı, politik idealizmden ayrı demokrasi ya da demokrasiden ayrı politik idealizm olarak tanımlar.
Kaynakça
Lifshitz, M. (1980) The Philosophy of Art of Karl Marx. Florida: Longwood Publishing Group.
Laing, D. (1978) The Marxist Theory of Art. New York: Harvester Press