Müzik, özellikle de elektronik müzik, ekletik metodlarla ortaya konur. Basite indirgediğimizde, felsefede, ekletizm farklı düşünce sistemlerinden parçalar alıp birleştirme yoluyla yeni bir fikir oluşturmaya denir. Her ele alınan sistemin, sunduğu en iyi noktaların bir arada toplanmasıyla yeni bir bakış açısı elde edilir ve parçalanan sistemlerden değişik ama köklerine bir şekilde temas eden bir düşünce oluşmuş olur.
Dünya’nın bir çok bölgesinde, 80’lere kadar, klüp kültürü çoğunlukla rock, disko, soul ve elektro funk üzerine kurulmuştu. Mekanların DJ’leri o gün çalacakları plakları çalıyor ve insanlara müzik dinletiyor, bir plak bittiğinde diğerine geçiyor ve bu işlemi gece boyunca devam ettiriyorlardı. Disko gerçekten de yıllarca müzik piyasasını domine etti. Elektronik bateri kesitlerinden oluşan daha tribal ve groovy parçalar yeni yeni emeklemeye başlarken, disko çoktan piyasa tarafından sağılmaya başlanmış, çıkmaya başlayan çirkin ve tek düze parçalar ve Saturday Night Fever (1977)’ın aldığı aşırı kötü yorumlar ömrünün sonuna geldiğini göstermeye başlamıştı.
1979’da, Chicago’da, Chicago White Sox ve Detroit Tigers arasında oynanan bir baseball maçında yaşanan olaylar Disko’nun fişini çekti. Disko’nun ticari kaygılar ile piyasaya iyice dayatılması yüzünden, çoğu radyo, sadece Disko çalmaya başlamıştı. Dönemin popüler radyo DJ’lerinden Steve Dahl, çalıştığı radyoyu bu formata geçtikleri için değiştirmiş ve bu işe bir dur demenin zamanı geldiğini düşünerek, ‘’korkunç bir müzikal hastalığın kökünü kurutma ve yok etmek üzerine’’, şakayla karışık bir anti-disko hareketi başlatmaya karar vermişti. Dahl, White Sox maçına gelecek izleyici sayısını arttırmak için güzel bir reklam olacağını öne sürerek, maç gününü Disko İmha Gecesi ilan etmelerini ve bir çöp kutusu dolu Disko plağını, maç yarısında havaya uçurmasına izin vermeleri için White Sox yönetimini ikna etti. Etkinlik yapılırken disko plağı getiren herkese de biletlerde indirim yapılacağı söylenmişti. White Sox’un tahminen beklediği artış, genelde maçlarına gelen 15 000 kişi üzerine eklenecek olan 5 000 kişi kadar izleyiciydi. Ancak o gün maça 40 000 kişi geldi. İlk yarının bitiminden sonra Dahl sahanın ortasında Disko plağı dolu çöp kutusunu havaya uçurdu ve sahayı terk etti. Her tarafa parçalanmış plaklar saçılırken, seyirciler ellerinde ‘Disko’ya Ölüm’ yazan pankartlarla sahaya akın etmeye ve ellerindeki plakları yakıp, oraya buraya fırlatmaya başladılar. Disko, diğer pek çok müzik türü gibi yavaşça yok olup gitmedi, kelimenin tam anlamıyla havaya uçurulmuş oldu.
Yenilikçi bir kaç DJ, diskonun monotonluğundan çıkmak ve insanları yeni ve daha heyecan verici müziklere dans ettirmek için kolları sıvadılar ve ekletik metodlar kullanarak House müziğin temellerini attılar. DJ’ler artık sadece DJ değil, aynı zamanda prodüktörlük, bestecilik ve remix’ciliğe de başlamış oldular. Bu DJ’lerden birisi Frankie Knuckles’tı. Knuckles, Chicago’da ‘The Warehouse’ ismini verdiği klübünü açtı ve RnB temelli siyahi dans müziklerinden, Krafwerk’e, Disko’dan, The Clash şarkılarına bir çok parça kullanarak yaptığı remix’lerini insanlara dinletmeye başladı. Bir parçadan aldığı bassline’ları, diğerinin baterileriyle karıştırıyor ve ortaya yep yeni bir parça çıkarıyordu. New York’tan o dönem çıkan remix’lerin temposu düşükten ortalamaya değişirken, Chicago’luların biraz daha enerjiye ihtiyaçları olduğunu söylüyordu, Kncukles. The Warehouse’un bu yenilikçiliği her çeşit insanı içine çekti ve dönemi için çok önemli bir mekana dönüşmesini sağladı. House müzik de böylece ismini kazanmış oldu.
Ancak Knuckles’ın yaptığı mix’lerin disco temeli çok belirgindi. Seksenlerin ortalarındayken, Chicago’da Music Box adlı bir mekanda, Ron Hardy işleri biraz daha hızlandırmaya başladı. Daha hızlı, daha vahşi ritimler kullanarak Music Box’u House’un yeni tapınağına çevirdi ve çoğu ilham kaynağı prodüktörün ortaya çıkmasını sağladı. İnsanlar kendi House kayıtlarını Hardy’ye getiriyor ve bu sayede dinleyicilerin tepkilerini görüyorlardı. Bu yönden, The Warehouse insanları eğlendiriyorsa da, Music Box sayesinde insanlar müzik yapmaya başlayacak şekilde ilhamlandırıldılar. 1986’da, Music Box’a adımını atmış her prodüktör House yapmaya başlamıştı ve çıkan kayıt sayıları da önceki yıllara oranla büyük bir artış gösterdi.
’86 arkada kalırken, House müzik Amerika’nın çoğu şehrini ele geçirdi. New York ve New Jersey’de RnB köklerine bağlı bir house kültürü boy göstermeye başladı. ‘2 Puerto Ricans A Blackman And A Dominican’ Do It Properly’yi çıkardı. Detroit biraz daha farklı bir durumdaydı. Electro-Funk parçaların bass-line’larını kullanarak daha ‘pis’ ve sert mix’ler yapmaya başladılar. Eddie Fowlkes’ın That’s What I Think About’u güzel bir örnek. Techno da böylece Detroit’de başlamış oldu, ancak bunu başka bir güne saklayalım, Techno’ya başka bir yazıda geri döneceğim. Amerika’dan sonra ilk olarak İngiltere’de House yapılmaya başlandı. İngiltere’nin çoğunluğu o dönemler Rock müzik dinliyordu. Karşı kültür olarak, şehir klüplerinde House çalınmaya başlandı. T-Coy’un Carino’su da İngiliz House’un ilk parçalarından bir tanesi. House böylece iyice kimliklendi ve disko kökünden uzaklaştıkça uzaklaştı.
Bu noktadan sonra Acid House başlıyor Chicago’da. Ama o da, Techno gibi, kendi başına incelenmesi gerekilen bir tür bana kalırsa. Günümüzde House dendiğinde akla Avicii ve deadmau5 gibi isimler geliyor insanların aklına, ancak kökleri, bu prodüktörlerin yaptığı EDM türünden daha farklı ve daha groovy bana kalırsa. Klasik house hissini, modern bir şekilde yakalamak ama bunu daha down tempo vermek isteyen birkaç prodüktör de çıktı, Lo-Fi House diye aratabilir veya Ross from Friends, Mallgrab, Dj Seinfield ve Dj Boring isimlerine bakabilirsiniz. Keyifli dinlemeler.