
Belki “Avrupa’nın kalbi”, belki de “Doğu’nun Paris’i” olarak tanımlayabileceğimiz Budapeşte’nin masalsı şehir manzarası, karakteri ve güzelliğiyle büyüleyici bir doğaya sahip. Bu Orta Avrupa başkentine adım atınca mimari ve doğanın eşsiz birleşimini hissediyor insan. 20. yüzyılın başlarına ait Art Nouveau’nun görkemini yansıtan muhteşem binalar ve mekânlarla dolu olan Budapeşte’de, hepsi güneşli bir yürüyüşte keşfedilmeyi bekliyor!
Art Nouveau severler için Budapeşte’nin, Avrupa standartlarına göre bile Art Nouveau eserleri bakımından oldukça zengin olduğunu da ekliyelim. Peki niye? Budapeşte ile bu sanat akımı arasında böylesine özel bir bağ neden var? Gelin, Budapeşte’nin eşsiz mimarisini incelerken bu sorunun da cevabını bulalım!

Macaristan’da “Szecesszio” olarak bilinen, doğadan, özellikle de “zarif” çiçeklerden, ağaç ve bitkilerden ilham alan uluslararası bir sanat akımı Art Nouveau.
Her şeyden önce, uluslararası bir sanat akımı olma gayesine sahip olan bu akım, 19. yüzyıl akademik sanatının katı sınırlarından bunalan ve sanayileşmiş üretimin monotonluğundan ve yapaylığından dolayı hayal kırıklığına uğrayan bir çok sanatçının; toplumu daha “iyi” ve estetik bir hale getirmek için modernliği kucaklayan yeni bir stil geliştirmeyi amaçlaması ile doğdu. Art Nouveau bu yüzden ilham için geriye değil, çevresine bakan, özellikle de doğal dünyadan ilham alan ilk tarzdı…



Güzel ve uygulamalı sanatları birleştirmeyi amaç edinerek “yaşadığımız” yeri güzelleştiren özellikle mimari anlamda Art Nouveau; yumuşak, doğal ve sakin hatlarıyla zamanın binalarını tekrardan yorumladı.
Böylelikle, 19. yüzyılın sonunda Avrupa’da yerini bulan Art Nouveau; mevcut olan anlayışlardan bir kopuşu temsil etti. Modern ve akıcı bu hareket ivme kazandıkça, edebiyattan evlerdeki vazolara, yeni ve eşsiz bir ifade ediş biçimi yerini buldu.



Ve yine bu 19. yüzyıl, Macar kimliğinin oluşumu ve damıtımı için büyük öneme sahip. 1867’te Avusturya ile isyanlar sonucu çifte imparatorluğa dönüşen bu ülke, bu yüzyıl boyunca kendi kimliğini özgürce pekiştirme ve ifade etme imkanına sahip oldu.



Budapeşte ise; Buda, Peşte ve Obuda kentlerinin 1873 yılında birleşmesi ile oluştu. Macaristan’ın yeni başkenti, Macarların Avrupa’ya gelişlerinin milenyumunu kutladıkları yıllarda, Macar kültürüne yepyeni bir ev oldu. Başkent olduktan sonra doğal olarak gelişimin hız kazandığı Budapeşte’de Ulusal Tiyatrola’dan müzelere, saray komplekslerinden taşıma sistemlerine; sayısız yatırım yapıldı.
Bağımsızlıkları ile birlikte kendi kültürlerini tekrardan özgürce ifade etme şansı tanıyan bu yeni kentleşmelerini güzel ve özel kılmak isteyen Macar mimarlar, yenilikçi ve özgür Art Nouveau’dan ilham almaktan çekinmediler.


İlhamını insandan ve doğadan alan Art Nouveau, tüm Avrupa’da mimarları yerel güzelliklerinden etkilenmeye ikna ediyordu. Örneğin farklı bölgelerdeki farklı eserlerde kullanılan doğa desenleri coğrafya ile birlikte değişerek ortaya daha eşsiz bir sanat çıkıyordu.
Budapeşte, bu anlayışı bambaşka bir şekilde yorumladı.
Uzak Doğu’nun kabarık kubbeleri ve Batı Avrupa Barok’unun zarif, alımlı kıvrımları, Macar halk sanatının çok renkli, çiçek açan spiralleriyle kusursuz bir şekilde burada birleşti.



Gördüğünüz çatı ve façade desenleri, Budapeşte’ye özel. Özellikle bu çatı desenleri, ilhamını geleneksel Macar motiflerden alıyor. Ayrıyetten, bu binalar farklı yerlerden birkaç mimari anlayışın eşsiz ve orjinal bir birleşimi.
Budapeşte’de Art Nouveau’nun Macaristan’daki ayağı olan Szecesszio’dan ilham alan sayısız eser görmek mümkün. Kısa bir periyot içerisinde kendini belli etmesinin sebeplerinden belki birisi de bu kadar kendine has eserler çıkararak yeni şehirleşen Budapeşte’nin özel bir portresini çizebilmiş olması.
İşte bu yüzden Budapeşte belki de Art Nouveau ile bu kadar içiçe tanımlanabilecek olma fırsatına sahip oldu.
Her şeyden öte, Art Nouveau, bu şehiri gerçekten de “doğal”, güzel ve özel kılmayı başardı.