Türk Dil Kurumunun açıklamasına göre bilinç akışı “Düşüncelerin arka arkaya birbirini izlemesi” anlamına gelmektedir. Diyelim ki bir aşk hikayesi okuyorsunuz ve nasıl olduğunu anlamadığınız bir şekilde bu hikaye bir anda deniz kenarındaki bir kasabanın başıboş köpeklerine geliyor. Bu anlamsız görünen detaylar aslında karakterin iç dünyasını hiçbir baskı olmadan dışarıya vurmasının bir sonucudur. Bir hikayede, eğer yazar karakterlerinin iç dünyasını, duygu ve düşüncelerini, paylaşmak istiyorsa genelde bu yazı tekniğine başvurur. Belirli bir sıraya veya kurala ihtiyaç duyulmayan bu yazı türü, hikayeleri daha da gerçekçi kılar bence. Sonuçta hangimiz oturup belirli kurallar ile çevrili bir şekilde düşünüyoruz ki. Gökyüzüne baktığımızda aklımıza gelen geçmişin parçaları ya da geleceğin umutları önceden belirlenmiş kalıplar içinde mi aklımıza geliyor? Yoksa düşüncelerimizin akışında sürüklenip gidiyor muyuz? İşte bilinç akışı tekniğide sürüklenip gittiğimiz bir nehirden farksız.
Bu tekniği kullanarak yazdığım yazım ise belki de yukarıda bahsetmek istediklerimi sizlere daha da net anlatıcaktır:
Kuşların sesi ile irkilen kadın aynanın karşısındaki yüzünü tanımakta zorluk çekiyordu. Yıllar birer çizgi olup yüzünde yerlerini bulmuştu. Ellerini yavaşça kaldırıp aynadaki yansımasına baktı. Ne kadar da çabuk geçmişti, hayat dolu olduğu o gençlik yılları. Babasının ona verdiği harçlık ile bir kere bile arkasına bakmadan koşuşturup aldığı, her seferinde elini yaktığı o yanık kestanelerin kokusu ansızın burnuna doldu. Yüzünde keder ile sevinci harmanladığı gülümsemesi, karşı evin camındaki çiçekleri selamlıyordu. Aynadaki görüntüsü ona “ Yaşlanmışsın be, Aysel! Sen de yaşlanmış, soluyorsun.” dedirtti. Güneşin darılıp da aydınlatmadığına inandığı kasvetli salonuna yavaşça ilerledi. Annesinden ona miras kalan, bir ayağı kırık ahşap sehpanın üzerindeki mumlar gözüne çarptı. Mumları yakmayalı uzun zaman oldu diye düşündü. Televizyonun tozlanmış ünitesinde, iki üç ay önce aldığı çakmağı aradı ama bu girişim istediği gibi sonuçlanmamıştı. “Ah, bu çocuklar aldıklarını hiç yerlerine bırakmazlar ki!” diye seslice sitem etti, neredeyse beş aydır görmediği torunlarına. Yeri geldiğinde tek başına Aysel’i yeri geldiğinde mah aileyi sıcak kolları arasına alan yemek masasını örten kirli beyaz dantelli örtünün üzerine bakındı. İlk başta gözünden kaçan, paslanmaya yüz tutmuş bu kırmızı çakmak sonunda gözlerinin önünde belirdi. Almaya yeltense de çakmağın bulunduğu uç uzak kalmıştı ona. Aysel ileriye doğru iki adım atıp kolunu uzatınca istemeden merhum eşi Hamdi Bey’in ona Fas’tan hediye getirdiği, zamanla beyaz renginin aşınıp altındaki kerpiçin gözler önüne serildiği heykeli devirdi. Heykelin masadaki hafif devrilişi, Aysel Hanım’ın gözlerindeki dehşetli bakış ile çelişmişti. Kırılmadığına emin olduğu heykeli düzeltip, kırmızı çakmağı eline aldı ve mumlara doğru adım atmaya başladı. Bir çırpıda yaktı tüm mumları. Yıllar önce çok severek yeşile kaplattığı ama zamanın getirdiği kaçınılmaz son ile solmaya yüz tutmuş deri koltuğuna kendini rahatça bıraktı. Eli, her zaman kumandasını koyduğu koltuğun sağ cebine gitti; kumandayı alıp televizyonu açtığında karşısında onu eski düşüncelere daldırıcak ve eskileri yad ettirecek bir radyo programı çıktı. Arkada çalan buruk keman sesi ile kendi anılarında dalgın bir yolculuğa çıktı.