Anayasa: Nedir, Ne Değildir?

Herkesin bildiği gibi özellikle geçtiğimiz günlerde ayaklarına suç prangaları takılan bir anayasa kavramı var. Ne kadar iyi özümsendikleri konusunda satırlarca tartışmaların yapılabileceği, aşina olunduğu kadar aslolan anlamına uzak kalınan anayasaların ne olduğunu konuşalım biraz da bugün. Özlerinin anlaşılmaması bir kenara, olduklarından da farklı yer edinmeye başlamıştır bunlar pek çoklarının zihinlerinde. Anayasa nedir, sahiden?

Anayasa kimi zaman gündemin bir meşgalesi fakat birçok zaman da kendine büyük anlamlar atfedilmenin de ötesinde, gitgide bu manaların derinliği ile soyutlaştırılmış, ağırlığı altında ise kendisine yüksek bir sorumluluk yüklenerek hesap sorulacak bir zatiyet haline indirgenmiştir. Zaman içinde bu “ana” olma durumu; anayasayı ülke sorunlarının bir “ana” kaynağı olmasına yol açmış, özünü de işte bu “soyutlaşma” neticesinde adeta “mistik” bir varlık hâline getirmiştir. Oysaki insanoğlunun tavında dövülen bu hukuk kaynaklarında elbette ki onun çekiç darbelerinin çöküntülerini, onun dimağıyla düşünülmüşlüğün organikliğini fark edebilmek oldukça kolaydır. Tarihleri, savaşları ve ulus davalarının ışığında ortaya çıkmıştır bu metinler.

Anayasaların Fransa’da köklü ve yankılı devrimin aşıladığı demokrasinin biricikliğine parmak basan ilk maddeleri, Almanya’da -İkinci Dünya Savaşı’nın ardından doğmalarıyla- tüm kıyım ve faşizm manyasının üstüne örtülüp, “insanoğlunun dokunulmazlığı”nı vurgulayarak karşımıza çıkar. Yabancı örneklerine kıyasla daha aşina olunabilecek bir örnek de aslında Türkiye’deki anayasa başlangıcıdır: “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” Osmanlı İmparatorluğunun yalnızca son çeyreğinde hayata oldukça kısmi olarak geçirilebilen meşrutiyetin ana düşüncesinin, mutlakiyet ve halifelik kurumlarından arındırılarak yeni Türk devletinde olgunlaştırılması ile anayasanın bu yeni devletin rejiminde de akislerini görebilmek doğaldır.

Anayasaların kanunlara kıyasla yeni bir kavram olduklarını kabul etmek gerekir çünkü anayasa fikri, Amerikan Devrimi’nin dünyadaki diğer tüm devletlere referans hâline gelecek bir yan ürünü hatta bir bakıma armağanıdır. James Madison, Alexander Hamilton ve John Jay; 13. Koloni’nin savuşturduğu İngiliz boyunduruğunun gıyabında, zayıflayan konfederasyondan evrilecek federal devletin oluşum arifesinde Amerikan Anayasası’nı şöyle yazmışlardır: “Biz Amerika Birleşik Devletleri halkı olarak, daha mükemmel bir Birlik oluşturmak, adaleti sağlamak, iç huzuru temin etmek, ortak savunmayı sağlamak, genel refahı geliştirmek ve özgürlük nimetlerini kendimize ve gelecek nesillerimize güvence altına almak amacıyla…”

Bu noktaya kadar bu metinlerileri mayalayanın insan eli olduğu gerçeği – bir nebze dahi – sezinlenebilir. Böyle bir kökene sahip anayasalar, izini sürecek ve üstünlüğüne ayak uyduracak yasaların izleyeceği bir kılavuzdur. Yasalar ne kadar insan elinden oluşup ancak bir insan itibarında anlam kazanma durumundaysalar anayasalar da aynı biçimde kendi hukukunu var eden devletler, devletin organları, iktidar sahipleri ve vatandaşlarınca uyuldukları takdirde işlevlerini yerine getirebilme durumundadırlar. Bu hukuk metinleri, mevzu bahis olan devletin format esaslarını belirtir; yukarıda da değinildiği gibi iktidar şeklini, vatandaşlarına ortak biçtiği kimliği, bayrağını ve diğer birçok temel özelliği açıkça sergileyerek devletin ana hatlarını çizerler.

İlk maddelerde belirtilen, tarihten ve ulus davalarından esinlenen bu esaslar; devletin ana hatları olduklarından dolayı “ilk madde” hâlinde formülize edilmişlerdir. Bir bakıma anayasaların ilk maddeleriyle yapılan kavgalar, devletin ortaya çıkış sebebi ve davalarıyla edilen kavgalar olma potansiyelindedir. Sorun, işin özünde, bir ülkenin var olan anayasasının birincil maddelerini kurcalamaktan öte bir niyet, reformdan (ana hat yenilemesinden) ziyade, belki de bir “kökten yenileme” kaygısı içerir. Varoluş parçalarının kutsallığına el sürülmesinden irkinti ve dehşet duyması tabii olan devletler, vatandaşlarının da çoğunluğunun – haklı sebeplerle – onlara benzer şekilde kaygılanmasına yol açar. Ülkenin ideoloji ve politik fikir havuzunda, yurttaşların uyumlandığı devlet politikasına ters düşen, sık sık daha az popülariteye sahip düşüncelerin niyetleri bazen bir bakıma aşikar, bazen de kulak vermeye değer nitelikte olabilir. En nihayetinde, biçilen formatı bozma potansiyeli bulunan fikirlerin ulusça “zararlı” ilan edilmesi olası bir senaryodur. 

Peki sorun gerçekten anayasalar ve onların “yanlışlığı” mıdır, yoksa ülkelerin devletleriyle yaptıkları tartışmaları, sadakatsiz aktörleri, varoluş sebebi ve emellerine olan küskünlükler mi? 

2. Meclis binasında Atatürk’ün başkanlığında yapılan meclis oturumları.

Bu “format” mevzusunu daha ayrıntılı incelemekte de yarar var, şayet “kurucu iktidar” dediğimiz kavram da bu noktada devreye giriyor. Hukuktan bahsedebilmek için bir devletin varlığı mı gereklidir? Bu düşünce aslında çok da mantıksız değildir çünkü “common law, natural law” gibi referanslar haricinde daha somut, kompleks ve sistematik bir hukuk kuralları bütünün ortaya çıkışı için bir daha gelişmiş ve kompleks bir teşkilatlanma gereklidir. Buna modern anlamda karar verecek olan da bir devlettir. Anayasa yapmaya kadar gidecek bir “toplumsal” nitelik taşıyan, “bir yönetenin varlığında” yönetilenin haklarını ve sorumluluklarını, bunlarla birlikte sistemin diğer ana hatlarını çizecek bir “kanuni esasi” için bunu oluşturacak bir otorite, doğal olarak gereklidir. Otorite konumuna gelebilmek için ise bu yöneticilerin siyasal güçlerinin meşruiyetini sağlamaları ilk elden gerekli olan bir husustur. Kurucu iktidarlar asli iktidarlardır, kendi içinde mevzu bahis olacak “kendi hukukunun” oluşturulabilmesi, ilerleyen zamanlarda değiştirilebilmesi, yasaların ve anayasaların hazırlanabilmesi için gerekli olan devletin hem kurulma anında hem de daha sonrasında, olağan bir anayasanın feshedilmesiyle oluşan hukuk boşluğunda ortaya çıkarlar. Bir devletin üyesi olduğu uluslararası antlaşmalara uyumsuz davranamasalar dahil bu hukuk boşluğunda, kendi ülkelerinde yetkileri sınırsızdır. Kartların bu noktada belki de de baştan karıldığı söylenebilir.

Anayasaların ortak bir ilham kaynağı olabilse (sözgelimi, Amerikan Anayasası) ve her ülkenin hukuk sistemi birbirinden referanslar içerebilse dahi, her biri kendi ülkesine aittir ve toprağına göre yorumlamalar içerecektir. Bundan da öte, kurucu iktidarların da pek çok sefer meşruiyet sahibi siyasal partiler olduğu göz önünde bulundurulduğunda, sadece kendi devletlerinin tarihi ve kuruluş davaları değil, aynı zamanda bu mevcut iktidarların politikalarına göre de yeniden düzenlenebilir anayasalar, ancak en temelinde, bir anayasa bir ülkede ilk defa yapılacağı vakit, o devlete has ve o devletin varlığıyla ortaya çıkan bu hususi hukuk sistemi ise bu devlet kurulmadan evvel var olmadığından ötürü, oluşturulacak ilk anayasalar hukuk boşluğunda oluşturulmuş olacaklardır. Bunlar asli iktidar varlığındadır; daha sonrasında, bu devlet bünyesinde yapılacak anayasalar veya halihazırda var olan anayasa üzerinde yapılacak değişiklikler, o devlette şimdi sağlanmış olan hukuk ortamında yapılmış olur. Asli iktidarlar anayasayı yapar, tali iktidarlar ise var olan anayasayı düzenler. 

Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ardından 1924 Anayasa’sını yapıldığı 2. Meclis’ten bir kare.

Yine de bu yeni gelen “asli” iktidarların devletin varoluş davalarına ters düşen gayeler içermemesi ve onun bu kutsallarına el sürmemesi, bir nevi yazısız bir koşuldur. Buna kolay kolay karşı çıkacak eylemlerde bulunan aktörlerin bunu, en azından, doğrudan ve açık şekilde yapmaları stratejik olarak ideal olan değildir, fakat zaman içerisinde kendilerini daha cesur şekilde ortaya koymaları da gözlemlenebilir. Misal; bu bir ülkenin anayasasında biçilen, yurttaşın “ortak kimliği”ne inovatif, onu daha “kapsayıcı kılacak” bir “fikir önerisi” sunmaktan öte (ki bu, dikkat edilmesi gerekse de görece iyi bir niyet barındırabilir), biraz da bu tartışmadan istifade ederek bu ortak ulus kimliğini taşıyan başka devlet esaslarına – bayrağına, sınırlarına vb. – kastedecek birtakım başka gayeleri de araya yamama içerebilir.  Bu tip emellere sahip ve hatta bazıları gelecekte  “iktidar” (belki de sonrasında bir devlet), olmayı hedefleyen devlet dışı aktörler; siyasal parti biçmini aldıkları takdirde “anayasa dışı / devrimci” partiler olarak terminolojik karşılıklarıyla etiketlenirler. (Elbette, “devrim” sözcüğünün saydamlığına da değinmek gerekir; Fransa’da hakların ve demokrasinin yeni bir çağ başlatması da devrimler aracılığıyla olmuştur, çağdaş İran’ın baskıcı, hoşgörüden uzak, demokratik olmayan hâle getirilmesi de. “Devrimci parti” adı; birçok sefer çözümün nihai karşılığı olarak romantize edilen devrimlerin, bir devlet aktörünün varlığına karşı bir gard aldığında, davalarının “haklılık”larını işaret edebilmelerine olanak tanır niteliktedir aslında. Bu, tartışmalı bir konudur ancak devletin (toplumuyla beraber)  herhangi bir çeşit devrime karşı vereceği tepki değişir. Şöyle denilebilir ki devrim, devletin işine geldiği müddetçe sağlıklıdır. Bu hatta, hükümete kadar indirgenebilir. Düşünmeye değer bir konu, tabii.)

Anayasa’ya gelen eleştirilerden bazıları onun “etno-sentrik bir kaygı ve amaçla” Türk kimliğini her vatandaşa, etnik kökenine bakılmaksızın, verildiğini öne sürer ki işin arkaplanında yatan Atatürk milliyetçiliğini özünü iyi anlamış kimselerin bunun söz konusu olmadığını idrak etmesi beklenilir. Şayet günümüz Türkiye’sinde objektif olarak geçerli bir argüman sunabilmek adına, daha önceden belirttiğimiz gibi, en fazla bu kimliğin nasıl daha kapsayıcı hâle getirilebileceği tartışmalıdır, Atatürkçü milliyetçilik fikrinin ne olduğu anlaşıldığı takdirde. Türkiye Devleti’ne entegre edilmiş bu Atatürk milliyetçiliğini, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası temkin ve çekinceyle yaklaşılan Avrupalı nasyonalizm modelleriyle bir tutmak, onun esansını anlamakta kusur etmek, kritik bir hataya düşmektir.

Yine de değinmek gerekir; evet, 1921 Teşkilatı Esasiye kanununda “Türk Devleti”nden değil, “Türkiye Devleti’nden” bahsedilir. Tanör bunu, “anlamlı” bulmuştur. Bu, günümüzde devam eden hem “anayasa sorunu”na hem de bu sorunu oluşturmaya evrilmiş polemiklere kaynak olarak kullanılabilir, her iki tarafça da, fakat öyle ya da böyle, şu an anayasada yazan hâliyle bile “Türk” kimliğini, Mustafa Kemal’in cumhuriyete mal ettiği milliyetçilik görüşüyle, diğer etniklere karşı art niyet taşımakla suçlamak da ona haksızlık etmektir. Her şeyden öte unutulmamlıdır ki geçmişi bağımsızlık isteğiyle patlak veren nasyonalist ayaklanmalarla dolu olan Osmanlı ve Türkiye sahasında, doğal olarak jeopolitik bir kaygı içinde, devletin çekince ve kaygılarının olması da tabiidir, ancak kabul edilmelidir ki bu kaygılar, coğrafyanın zenginliğini oluşturan çeşitli kimliklerin insani varoluş haklarına da el sürecek paranoya seviyesine yükseltilmemelidir.

Mustafa Kemal Atatürk kürsüde.

Laiklik ve sekülerizm arasında bir ayrım yapmamız gerekirse de, objektif ve teknik olarak, seküler devletin dini işleri kendinden ayırmakla beraber yurttaşların dini kimliklerini resmiyette daha özgür ifade edebilmelerine olanak tanır. Bu bakımdan aslında görece daha hoşgörülü olma eğilimindedir sekülerizm. Laiklik , buna rağmen, inançlara karşı düşmanlık taşımaz; devlet işleri, bu işlere dair yerler ve makamlardan dinin tamamıyla ayrıştırılmasını savunarak daha radikal bir ayrıma işaret eder. Yurttaşların dini kimlikleriyle ilgilenmez, bunları kişisel hayatlarında nasıl icra ettiklerine karışmaz. Hem sekülerizm hem de laikliğin muhatap aldığı, devlet ve dinin arasındaki ayrımdır.

Öyle ya da böyle, kişilerin ürünü olan anayasanın oluşum sebepleri Cumhuriyet ve dahası onun Ata’sının, “insan” olarak, etnik ve dini kimliklerle-şahıslarla bir derdi yoktur.  Kaygıları daha toplumsal boyutta, geçmiş dayanaklara sahiptir. Bu ikisiyle ortaya çıkan anayasanın da ilk 4 maddesine art niyet yüklemek, gözden kaçırılan büyük bir noktanın varlığını hatırlatır: Birbirlerine sıkı oluşumsal bağlarla bağlı Cumhuriyet-Atatürk-Anayasa triadının özünü anlayabilmek de, birer insan olarak, yurttaşların görevidir. Anayasa’yı günah keçisi vaziyetine sokmak yerine yapılması gereken, geçmişin insanın oluşturduğu bu metne günümüz insanları tarafından açık fikirli, zihinsel açıdan esnek, sadık, ortodoks düşüncelerden uzak ve tarafsız yaklaşılarak itibar edilmelidir.

Anayasalar hukuk metinleridir; varoluş davasıyla şekillenen format ışığında ülkenin insanlarınca yazılan ve yine o ülkenin insanları tarafından aynı format, aynı dava muhatap alınarak uyulması icap eden, son derece dünyevi yazılar bütünüdür.

Ne sihirlidirler ne de sanık… kavgalar kişiler arasındadır, anayasaların doğasında değiştirilebilme esnekliği tanınsa da kısır kavgaların mâhkumu olma kaderi biçilmemiştir.

Görseller:

https://www.derintarih.com/dosya/1921-anayasasi-demokratiklesmeyi-beraberinde-getirirken-1924-anayasasi-ise-tek-parti-idaresinin-onunu-acmistir/

https://bruckemagazin.at/anayasa-tartismalari/

https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-52391368

https://noldubugun.com/29-ekim-1923-cumhuriyetin-ilani

Leave a Reply