Yaşlığıma Toyalmadım

İnsan bildiklerinin derinliğine düşüyor bazen. 

Tek bir sözcüğün avazının, bin sözcüğün ekseriyetiyle boy ölçüştüğünü işitiyor. 

Bir uçurumu yoklamak gibi oluyor bu, düşüncelerimin teker teker sıralanmasıyla beni yutup götüren bir akış, bazen de bir girdaba sürüklüyor. Derinliği fark etmek ise dehşet verici. En acı verici olan da bunların melun bir sıradanlığa karışıp zihinlerin kabullendiği gerçeklere, kaskatı bir apatiye evrilmesi zamanla. 

Uzun zamandır gereksinim duymuyorum içten ve haykırışlarla yankılanan ağlamalara. Yazık, çok yazık aslında! Dibe sürüklenişin verdiği yürek sızıntısıyla ağlanan günler, sonunda yorgunluk salar zihne ve insan, ancak kendini tükettikten sonra uyku uyuyabilir; çeperleri delinircesine kabarmış bir yaranın içindeki tüm irini boşaltmasıyla yakaladığı yanık fakat bir o kadar da minnet beslediği erinçlik duygusu gibidir bu. 

Gözyaşlarımda şifa yok artık. Gençlik, hüzne bulanalı çok olmuş muydu? 

Oysa eskilerin körpe ruhları, ağlamayı bilmez gibilerdi benim kafamda. Neye ağlarlar, neye üzülürlerdi? Aşkın ayıp, eğlencenin muhafazakâr olduğu zamanlardı onlar; üzüm bağları ve tütün tarlalarında bakışır, ırmak kenarlarında oynaşırlardı. Pek çoklarının kaderlerinin aynı yazılmış olması ve şimdi bizlerin bu keder dolu öyküleri dinlememiz, en azından bana içinden kurtulunmaz bir çaresizlik veriyor. Geçmiş aynı kalacak, bütün acı ve gerçekleriyle. Sevilenler başkasının oldu, ölüm erkenden geldi veya onlar, binbir renkli üniformalara büründüler. Belki o zaman, yaşaran gözlerle tenha bir tarlanın, ihtiyar bir çınarın altında ağlanırdı birkaç sessiz damla eşliğinde. Susarlardı ya da; bir ömür susarlardı, Yusuf1 gibi. Yitirmekle başladı onların öteki hayatı. Aynı ömrün soğuk ve ruhsuz gravüründeki bir oyuktan ibaret hâle de gelmeleri muhtemeldi aslında. 

Sevilenler başkasına giderdi, ya da onlar savaşa… Ölüm ayırmazsa onları, bu dünyanın fent dolu kavgaları ayıracaktı halihazırda.  

Savaş. Farklı yüzyılların gençlikleri. Duyguların dahi henüz keşfedilmediği yıllar.  

“…” diyor; keten gömlekli, yaşı on dokuzu geçmeyen oğlan. “Gelecek misin bugün… bayırının dibindeki ağaca?” 

Geçen gün iki şiirle önümde duruyordu. Biri, diğerinin sessiz sitemlerini nasıl da boğuyordu, savaş borazanları felaketten salık verirken. Gûya cenneti getirmeye koştular, savan köylüsünün uçak nedir bilmediği topraklara.2 Vatanperverlik bu mudur, başkasının mabedini kirletmek midir? Bundan mıydı  toplanan “yalnızca birkaç yüz bin genç” ve karşılarında, yurtları için atılan birkaç yüz bin daha? Yurtseverlere sözüm yok! Devletler oyun oynar, insanların en içten duygularıyla. Bir karış toprağa bir yüz bin kadar çocuk takas ediyor.                                                                                                                                     

“Dulce et decorum est…”                                                                                                                 

Kendi elleriyle kurdukları oyunda ölüme davet ediyorlar şimdi. Propagandalar yükseleli çok oldu.                                                                                          

“…pro patria mori.”3                                                                                                                       

Listelere adınızı yazdırın.  

Ura! Für das Vaterland! 

Hendekler kazıldı, makineler şarj edildi; on beşinci yüzyılın filleri demirden artık.4  

Bayır dibine mi çağırmıştın sevgilini, güzel çocuk?                                                                            

Az evvel arkadaşın, yanı başında yitip gitti oysa, bir Fransız uçağının seher saldırısında.  

Sessiz bir kuşağın saçakları olduğumu biliyorum, hatırlamak ise hüzün veriyor ne olursa olsun. Yaşadığım o “derinliğin içine düşme”, bildiklerimin farkına varma bunu da kastediyordu, tüm bu söylediklerimi. Biliyorum, belki kısa bir muhabbet gibiydi kendimle ettiğim, yine de eskilerin umutsuz hikâyelerini dinlemek, sizce de acıklı değil midir? Sayısız farklılıkla bezenmiş insanların ortak öykülere ağlaması, evrensel bir ceza olması savaşın…                                                             

Garp ya da şark, Kırım veya Yemen…                                                                                                       

Bugün biz başka başka şeylere ağlarız. Bazıları ise, doyamamıştı. gençliklerine.                                         

Kız, bayırı terk etti.                                                                                                                                       

Kayıplar ne kadar? Marne Nehri geçilebildi mi?                                                                            

“Batı Cephesi’nde yeni bir şey yok.”  

Aluşta’nın yelleri…5 


1. Kuyucaklı Yusuf romanındaki Yusuf karakterinin ağırbaşlı, dışarıya sunduğu duygusuz ve kayıtsız
tavırlarından çıkarılmaya çalışılan bir örnek.
2. Rupert Brooke’ın “The Soldier” şiirinde işlediği, İngiliz emperyalist işgallerinin alınan topraklara cenneti ve
huzuru getireceği fikri.

3. Romalı şair Horace’ın sözlerine atıf. İngiliz şair Wilfred Owen, savaşın aslında ne türlü yıkıcı ve insan dışı
olduğunu “Dulce et Decorum Est” şiirinde işlemiştir. Rupert Brooke’la bu bakımdan tamamıyla zıt
perspektiflere sahip oldukları söylenebilir.
4. Özellikle Güney Asya ve Afrika’da ordu gücünde kullanılan fillerin yerini 1. Dünya Savaşı’nda ordulara
tanıtılan tankların aldığı kastediliyor.

5. “Aluşta’tan esken yeller / Yüzüme urdı”, “Ey Güzel Kırım” ağıdının ilk dörtlüğünde geçen Kırım Tatarca söz. Başlıktaki “yaşlığıma toyalmadım” ifadesi yine aynı ağıta geçmekte olan “gençliğime doymadım” sözünün Türkiye Türkçesindeki karşılığıdır. Savaşla anavatanlarını bırakmak zorunda kalan binlerce Tatar’a değiniliyor.

Kaynakça: 

Berger, Edward. All Quiet on the Western Front. 2022. Netflix. Film. 

Leave a Reply