Bu yüzdendir ki, her soru işaretinden önce gelen cümlenin bir cevabı yoktur bazen. Son ikisine hiçbir yanıt atfetemeyişim gibi çünkü ya susacaktım ya da bütün yıllarımın bir dökümünü yapacaktım. O olmazdı. Sustum ve şimdi oralarda, yani geçmişte bu hikayenin baş kahramanı olmuş kendime içtenlikle sarılıyorum ya da belki hayallerimde öyle varsayıyorum. Sonra usulca “geçti” diyorum ona. Onu ellerinden tutup bugünlere getiriyor ve o acıların son bulduğu duraklarda gezintiye çıkartıyorum. Ve artık o, ait olduğu yere geçmişe, arınmış olarak dönerken; bir kere de kendi kendime ben tekrar ediyorum: Geçti, arama artık; babanı, babanda buldun, tamamlandın, geçti…
Sizi, sonundan başına ve tekrar sonuna evrilen bir yolculuğa çıkartmak istediğim için hikayenin en sonundan anlatmaya başladım. İstedim çünkü eş değer duyguları yaşayanların başkalarının hikayesinde kendini bulma arzusunu en iyi olmasa da çok iyi ben bilirim. Şimdi o hikayenin başına, en başına dönelim…
Ben daha annemle babamın aklında bile yokken, hakkımda çoktan verilmiş bir karar vardı: Yalnız doğacak, yalnız büyüyecek, yalnız yürüyecek ve her insanoğlunu bekleyen hazin son gibi yalnız bir ölüme kucak açmaya devam edecektim. Dünyaya gözlerimi alnımda bir kara lekeyle açmış ve ne olursa olsun değiştiremeyeceğim kaderime: ‘’Merhaba!’’ demiştim. Benim bu dünyaya sevk olmamda aracı olan insanlardan biri, babam, bir tokatla uyandırıldığım ve ilk nefesi ciğerlerime doldurduğum o an, bir şehir yakınımda bile bulunmayarak gelecek yıllarımızın fragmanını yayınlamıştı.
Her insanın hayatında müdahale edilemeyen ve yeri doldurulamayan birtakım boşluklar var. Gidermek için bir ömür verilse de bulmak için seyyah gibi diyar diyar dolaşılsa da acı bir isyan çığlığıyla son bulur her çaba. Benim için de tıpkı böyle seyretti her şey. Yıllarca karşısında durduğum yalnızlığımın; suratıma tokat, sırtıma yük, ellerime bağ, ayaklarıma pranga olduğunu bir yıl değil her yıl anladım.
Tıpkı benim gibi, babasından mesleği dolayısıyla ayrı kalmaya mahkum olan ama bununla içten içte bir gururla yaşayan asker çocukları pek iyi bileceklerdir; baba, keşfedilmemiş bir kıta, ayak basılmamış bir gezegen, icat edilmemiş bir buluştu benim hayatımda. O, doğum gibi çokça değer atfedilen bir hadisede dahi, yokluğuyla sınandığım bir figür olacak ki benim için, günler sonra, nihayet, bırakıldığım kollarına olan yabancılığımı, aldığım hiçbir yaş benden söküp atamadı. Her yıl, doğum günü pastamın üzerine bir mum daha eklendi ama ben tek birini bile söndüremeden, nefesim hıçkırığa, ağzımdan dökülen yarım yamalak kelimelerse ‘’baba’’ ya dönüştü. Arayışım hiç son bulmadı. Onun yerine koymaya çalıştığım hiçbir şey de tam hissiyatıyla mükafatlandırmadı beni. Ne yokluğunda yastığına sarılıp uyuduğum geceler ne de hep oturduğu o koltuğu kokladığım anlar bana verdi onu. Okul çıkışlarında babasının elinden tutabilenlere, her korktuğu an babasının kollarına koşabilenlere ve giriştiği tüm işlerde tek desteği babası olabilenlere; alışamadım. Bugün bile, ki yıllar geçmiş üzerinden, her burukluğum her çırpınışım o kadar tazedir çünkü babayla büyümüş bir çocuk olmak henüz girilmemiş bir yarışı bile kazanmaktı bana göre zira o insanlar, benim nazarımda, hiçbir zaman bu yokluğu başka adamların kapılarını aşındırarak doldurmaya çalışmak mecburiyetinde kalmayacaklardı.
Bir kız çocuğu, karşı cinsiyeti ilk olarak babasında tanır muhakkak. Baba, nasıl konuşur, nasıl oturur, nasıl davranır ve nasıl düşünürse; kız çocuğunun hep düşleyeceği hayat arkadaşı da o minvalde olur çoğunlukla. Ya sevdiği bütün özelliklerin peşinden gider bu arayışta ya da eleştirdiği her ne varsa hayatına alacağı kişinin onlara sahip olmamasına özenle gayret eder fakat bilir, bildiği için, fikir sahibi olabildiği için yapar. Peki ya babasızlıkla sınanmış bir kız çocuğu ne yapar? Ben söyleyeyim: Kafamda yarattığım babama âşık oldum ve bütün erkeklerde onu aradım. Mübalağaya lüzum görmediğim olası bir duygu seliydi bu. Aşk, bir gereklilikti, gözümün görüp görebileceği her şeyin içinde vardı ve şiirler, şarkılar, kitaplar, filmler… hep onun üzerineydi. Bu yüzden, o insanı bulmaya çalıştım, hem aşkın bütünleyici iksirinden nasiplenmek istedim hem de babamı onda bulabilmek istedim.
Bundan tam 8 yıl 9 ay önce, kendimi neredeyse çocuk atfettiğim bir yaşta, bir güneş ısıttı içimi şubat ayının kesen soğuğuna rağmen. Onu gördüm ve gördüğüm anda da kim olduğunu anladım. Öyle bir baktı, öyle bir güldü, öyle bir konuştu ki; baba kadar sıcaktı. Doğarken bile yanında bulamadığını, 15 yaşında nasıl karşısında bulurdu insan, hayret ettim. Aramak, bulmak arzusu hep bakiydi ama ya ümidi? Neredeyse hiç yoktu. Kader, onu karşıma çıkarttığında, kuşanmam gereken yeni bir zırh varmış meğer tarihin tekerrürüne karşılık. Canından koptuğun baban bile mecburi nedenlerle de olsa seni yokluğuyla sınamışken, nasıl emin olunur bir başkasının yuva olacağına? Bunu öğrenmek, son demlerini yaşamakta olan bir hasta kadar ağır, sükunet ve çaresizlik içinde hissettiriyordu ki nasıl olmasın; son sürat giden arabamın frenine abanarak hayatıma takla attırmıştım.
Her gece düşündüm, çok düşündüm bilhassa evden bin türlü bahaneyle çıkıp onun evinin karşısında birlikte oturduğumuz o bankta, kendimi ve kalbimi dinlediğim zamanlarda. O, iyi bir adam mıydı bilmiyorum ama kötüden ötesini görmedim. Ben, iki gözümde yaş avaz avaz bağırırken, baba gibi sığınacağım kocaman bir yürek buldum sanırken; o, benim kalkıp bir adım öteye gidemediğim o bankın başında öylece durup gözlerimin içine baktı. Beni itmedi, tutmadı, sarılmadı da ama sadece baktı, içime baktı sanki. Kötü bir adam mıydı bilmiyorum ama ne kadar iyi olabilirdi, ben hiç görmedim. İşte ben, bir kez daha belki de hiç ulaşamadığım, tutunamadığım, sığınamadığım bir adamın etinden sıyrıldım. Babasız ve yalnız büyümüş kız çocuklarının, hiçbir kuytu köşeye saklanmakla kurtulamadığı acı imtihan, bu işte. Ne zaman buldum sanıp kendimi ılık suların dinginliğine bırakmak istesem, boşluktan fazlası değil içine düştüğüm. Artık vazgeçtim. Yalnızlığımı yalnızlığımla çarpacak, ben kendimden iki kişi olmaya çalışacak ama asla bir adamın kalbinin kapılarını zorlamayacaktım.
Ben artık, cesaretini ceketiyle birlikte giyip kendi yoluna gidenlerden olacağım. Belki o yollarda ve duraklarda da yoktur benim için dinlenilecek bir liman, sarılacak bir beden, saçlarımı okşayacak bir el; o bilmediğim diyarlarda. Demiştim ya, “aramak, bulmak arzusu hep bakiydi peki ya ümidi” diye, sanırım bu soruyu sormaya devam edecek ama ümidi kendi yollarıma kendi kalbimden serpeceğim. Hayatın sonundan korkmuyorum, hatta belki yalnız olanından bile ama bir daha bu hikayedeki kız çocuğu olarak doğmak ister miydim, bilemiyorum. Sırtımı yaslayamadığım o duvarın yokluğu, bir asırlık çınar gibi yormuşken beni, nasıl bir yanıt gerekirdi ki bu soruya?
Belki bugün bu soruya hâlâ bir yanıt bulamamış olsam da yolculuğumda bulduğum babam o cevabı bulmaktan daha kıymetliydi. Anladım ki, bulmak arzusu sönmeyen bir ateş gibi harlandıkça istediğiniz sona ulaşmak sandığınız kadar imkansız değilmiş. Hatta derler ya, “geç olsun, güç olmasın” diye. Geç de oldu güç de ama öyle bile olsa acısı bile en az kocaman bir mutluluk kadar kâr kaldı yanıma. O sebeple önce sizi, bu hikayede benim yaşadığım gibi, mesafelere mecbur eden nedenleri bulun ve muhattabınızın bunu bilinçli bir şekilde size yaşatıp yaşatmadığını öğrendiğinizden emin olun. Ben buldum ve öğrendim. Tam olarak o sebeple de, ailesinden ayrı kalma pahasına fedakarlığı kendine borç bilen babalara ve sizlere selam olsun!