Boğucu Bir Sessizlikten Çığlığa Gidiş

Günlük hayatın koşturmacası içinde, her gün artan sorumluluklar ve çevremizdeki beklentiler zaman zaman üzerimizde büyük bir baskı oluşturuyor. Okul, iş, sosyal hayat derken tüm bu yüklerin arasında kendimize ayırdığımız anlar giderek azalıyor. Bu yoğunluk içinde insan adeta bir labirentte kaybolmuş gibi hissediyor, başaramama korkusu ve yetersizlik düşünceleriyle renkte boğuşuyor.

Peki, bu müsabakada her zaman galip gelebilir miyiz? Sonuçta öyle ya da böyle yeni günlere gözler açılır. Fakat uyanmak, devam etmemiz için yeterli bir sebep değildir. Çünkü uyandığımızda sessiz bir şekilde kabullenmiş oluyoruz. Rutin hayatımızda hiçbir değişiklik yapmadan, olumsuz duygularımızla tekrar aynı noktadan birbirimize gerilmiş oluyoruz; belki de durum dünkünden daha da trajik hâle geliyor.

Her insan gibi, hayatın en zor denilebilecek dönemlerinden geçilebilir. Kişi, kendi labirentinde yıllarca hapis kalmış gibi hissedebilir. Her noktaya bakıp bir çıkış, bir ışık aramak olağandır. Kimileri sadece kendini bulmak isteyen bir arayış içindedir. Ruhun aldığı yaralar yüzünden, zihinde kurulan lal bir dünyada mutlu olmaya çalışılır. Oraya hayaller, umutlar ve tutkular sığdırılmaya çabalanır.

Tabii bir de bunun diğer yüzü vardır. Gerçek dünyada yaşanan hayal kırıklıkları, üzüntüler, yanlışlar ve yapılan haksızlıklar… Bu sebepten ötürü gerçeklik ile hayaller kedi köpek gibi çatışır ve her zaman berabere biter. Böylece belirsizlik boyut kazanır ve insan aynaya baktığında kendini gri, fikrimce belirsizliğin temsili olan renk, olarak görebilir.

Hayatın en dip noktalarında, etrafta kendine yakın hissedilen hiç kimse olmayabilir. Mesafe alınan arkadaşlıklar ve aile gibi ilişkiler yüzeysel boyutta ilerleyebilir. Odağı derslere veya işlere yoğunlaştırmak bile abartılan stres yüzünden istenilen başarıya ulaşmaya izin vermeyebilir. Toplumun normlarına göre mükemmelleşmek için üstte kurulan baskı, kişiyi kendinden uzaklaştırır; kişi, kendini bulamadan kaybolabilir.

Sanki her yer şeytan çamuru ile kaplıdır; hareket edilse de edilmese de o çamur insanı içine çekebilir. Sırtüstü bir şekilde uzanmış hissi, yavaş yavaş boğulmaya izin verildiği hissi doğurabilir. Belki de kişi, kendi kendisinin ölümünü seyreden biri hâline dönüşebilir. Hani derler ya, “İnsan kendisinin katili olabilir mi?” Yanıtım: Evet, kesinlikle.

Pandemi zamanı, hayatın yükünü daha görünür hâle getirdi. Evlerin duvarları arasında sıkışıp kalmak, herkesin kendi sessizliğine hapsolmasına yol açtı. Günler birbirine karışırken insanlar hem kendi iç sesleriyle hem de sürekli var olan belirsizlikle mücadele etmek zorunda kaldı. Sokağın boşluğu, pencerelerden yansıyan soğuk ışık ve saatlerin tekdüzeliği, her adımı daha ağır ve her nefesi daha derin hissettirdi. İçsel dünyada fırtınalar koptu; umutlar ve hayaller, yavaş yavaş sessiz bir köşeye çekildi, görünmez bir baskı gibi omuzları sıktı.

Dışarıyla bağ zayıfladıkça çoğu kişi kendi labirentinde daha derinlere sürüklendi. Her köşe, her gölge bir hatırlatıcı oldu. Geçmişin yaraları, geleceğin belirsizlikleri ve mevcut yalnızlık. Sosyal medya ve çevrimiçi oyunlar, bazılarına kaçış ve başkalarıyla bağlantı kurma imkânı sunsa da ekranın soğuk ışığı gerçeğin yerini tutamıyordu. İnsanlar, sanal dünyadaki konuşmaların güvenliğinde kendilerini açsa da gerçek duyguların ağırlığı hâlâ omuzlarda duruyordu. Her bildirim, her mesaj, kısa bir teselli sunuyor; sonra yeniden sessizlik içinde kayboluyordu.

İçsel fırtınalar, zaman zaman fark edilmeyen çığlıklar hâline geliyordu. Kulaklarını kapatmak ve sessizlikte bir nefes aramak zorunlu bir çaba hâline gelmişti. İnsan, hem dış dünyadaki gürültüyü hem de kendi acımasız iç sesini susturmak için mücadele ediyordu. Zihinde biriken gri tonlar, pencereden süzülen solgun gün ışığında daha da belirginleşiyor; duvarlar sanki daha yakın ve ağırlaşıyordu. Hayaller, umutlar ve geçmişin gölgeleri birbirine karışıyor; her adımda iç dünyada bir yankı bırakıyordu.

Bu dönem, insanın kendi karanlığını tanımasına vesile oldu. Sessizlik ve yalnızlık, bazen en sert öğretmen gibi, en derin acıları açığa çıkardı. Ve fark ettim ki, çığlık atmadan önce, başlangıçta kulakları kapatıp insanın kendisinin iç sesiyle yüzleşmek, en az çığlık kadar güçlü bir direnişti. Bu sessizlik; yeniden nefes almanın, yeniden başlamanın ve içsel bir yolculuğa çıkmanın ilk adımı oldu.

Bu tür bağlantılar insanın kendi iç dünyasında bir aydınlanma yaratabilir. Kendine merhamet etmeyen sesi susturmaya çalışmak, çoğu zaman kurtuluş yolunun başlangıcı olur. Çamurun içinde batarken bile yukarıya bakabilmek, hâlâ umut edebilmek bu başlangıcın en önemli işaretidir. Munch’un Çığlık tablosu, kimi zaman tam da bu umudu görünür kılar; yıpratıcı duygular insanı rehin almadan önce, içsel bir haykırışla boşluğa seslenmek gerekir. Bu haykırış, tablodaki figürün çığlığı gibi, bir şehrin ya da bir manzaranın zihinde canlanmasına, hatta zamanı bir anlığına durdurmasına vesile olur.

Böylesi bir anda, zihin yeniden şekillenebilir, düzenlenebilir ve renklendirilebilir hâle gelir. Gri tonları bir kenara atmak, kendini olduğu gibi kabul edip arzu ettiği gibi davranmak, kontrolü dış dünyaya değil; kendi ellerine vermek anlamına gelir. Bu, hayatın asıl sahibinin insanın kendisi olduğunu hatırlatır ve bir tür içsel özgürleşmenin kapısını aralar.

Kaynakça

Munch, Edvard. Skrik. 1893. Yağlıboya ve pastel. Ulusal Galeri (Norveç) ve Munch Müzesi. Oslo, Norveç.

Leave a Reply