Bir bakmışsınız korseler içinde ayılıp bayılıyorsunuz, bir bakmışsınız olabilecek en maskülen şeyi giyiyorsunuz: Bir takım elbise! Peki nasıl? Ve en önemlisi, neden?
Nasıl:
Kadının siluetini, yine bir kadın, 1920’li yıllarda değiştirdi: Gabrielle Chanel’in korseleri atıp etekleri kestiği, şapkalardan tüyleri ve süsleri yolduğu ilham dolu anın sonucu olarak kadınların hayatına girdi döpiyesler. Erkekler gibi ceket giymek bile yeni bir fikir!
40’lı yıllarda, ünlü aktris Marlene Dietrich’in pantolonlu, çizgili bir takım giymesiyle başlayan takım elbise çılgınlığını, sık sık pantolonuyla kameralara yakalanan Katherine Hepburn daha da körükledi ve 1966 yılında Yves Saint Laurent’nin “le smoking”iyle pantolonlu takımlar moda dünyasına kendini kabul ettirdi.
1970’lerin bitimiyle büyüyen omuzlar, 80’lerin iri siluetine giden yolu açtı ve “power suit”, yani kalıplı ve kısmen erkeksi takım elbiseler, çalışan kadının üniforması oldu. 90’lı yıllar ise takımların yumuşatılması, Donna Karan gibi tasarımcıların etekli takımlara yönelmesi ile geçti. Günümüzde kadınların otorite sahibi olduklarını göstermek için erkek gibi giyinmeleri gerekmediği gibi, iş yerlerinde feminen bir şekilde giyinmek de hoş karşılanıyor. Yine de takım elbiseler hâlâ birer güç simgesi ve yarattığı otorite dalgalarıyla cazibesinden bir şey kaybetmesi imkansız.
Neden:
Çünkü ne Angela Merkel’i ne de Margaret Thatcher’ı takımları olmadan düşünemiyoruz. Takımlar, kadın politikacıların vazgeçilmezi olmaya devam ediyor.
Çünkü Chanel, Chanel takımlarını her yıl yeniden, yine, ve belki de daha güzel tasarlamaya devam edecek.
Çünkü takımlar, popüler kültürün silinmesi imkansız bir parçası.
Çünkü bir takımı giymenin onlarca farklı yolu var. Çünkü artık pantolonlar ve rahatlık kırmızı halıda bile şık.
Bonus: Amal Clooney ve Kate Middleton. (Çünkü hepimiz içten içte Kate Middleton olmak istiyoruz.)