Sabahtı, tepelerden kaçan rüzgarla dans eden yaprakları gün ışığı ile yalazlanmıştı. Güneş hükümdarlığını ben gelip masaya oturmadan önce ilan etmişti. Pencereyi delen ışık hüzmeleri odanın içinde havada uçuşan toz tanelerini ve önümdeki birkaç masayı aydınlatıyordu. Gözüme ilişen bir masa vardı, tanımadığım bir adam ve bir kadın tek bir kelime etmeden oturuyordu. Gün ışığı kadının saçlarına, yüzüne ve gözlerine düşmüştü. Hüzün akıyordu gözlerinden, yüzünden ve hafifçe yana eğrilmiş dudağından. Yanağını yasladığı naif parmaklarının altında sanki bir şeyler gizliyor gibiydi. Korkularını, endişelerini ve heveslerini almış gibiydi parmak uçlarına; onları kimse görmesin diye de ellerini yumruk yapıp dayamıştı çenesine. Görünürde kırgın ve konuşmak istemiyor gibiydi ama şefkatinin daha ağır bastığını gördüm gözlerinde. Yüreğinde biriken ne varsa gözlerine taşmıştı. Kendi içinde bir savaş veriyordu sanki, duyguları çatışıyordu. Bir kartopu gibi büyüyen korkuları başlatmış gibiydi bu iç savaşı. Bu iç savaş son bulacaktı elbet, yüreğinde ona ağır gelen ne varsa çözülecekti nicedir süregelen sabahın serinliğinde.
Bazen olmaz mı, iki duygu savaşmaz mı içimizde?
Bazen bile bile bazen de zorunluluktan dolayı içimizdeki duygularımızı gizlemez miyiz? Ağır basan duyguyu baskılamak acı vermez mi?
Adam ise gölgede kalmıştı, gözlerinin kenarındaki çizgiler iyice belirginleşimiş ve koyulaşmıştı gölgenin altında. Elindeki çay fincanını sıkıca kavramış, donuk bakışlarla etrafı süzerek çayını yudumluyordu. Kadının aksine anlayamadığım bir katılık vardı üzerinde. Kalın bir duvar vardı sanki gözlerinde. Ona baktığımda göremiyordum içini.
Sonra kızdım kendime, içinde neler döndüğünü dışardan bakarak bilemeyeceğimi bildiğim halde neden önyargılı olduğumu düşündüm.
İçimizi en iyi kendimiz bilmez miyiz?
Birinin hakkımızdaki her şeyi, aklımızdan geçen her düşünceyi bilmesini isteyebilir miyiz ki sevgili okur? Yanımızda kim olursa olsun düşündüğümüz her şeyi söyleyemeyebiliyoruz.
Hep korumaya aldığımız bir yanımız mı var incinmemek için? O yanımız hayatımız boyunca bizimle mi kalacak? Kendimizle hesaplaşmalarımız, sorgulamalarımız, çevremizdeki insanlar hakkında düşüncelerimiz… Hayatımıza kimi alırsak alalım, en yakınım dediğimiz kişi bile taşır bu boşluğu içinde. İçinizde taşıdığınız o boşluğu da en iyi siz bilirsiniz. Yalnızken sanki daha çok konuşur o boşluk sizinle. Kendimiz büyütmüyor muyuz o boşluğu? Kendimizle kaldığımızda bilmez miyiz gün sonunda eksik kalabildiğini, konuşulmayanların birikebildiğini ve büyüdüğünü? İncindikçe, kırıldıkça, darbeler aldıkça büyümüyor mu o boşluk?
Oturduğum yerde sanki bir adam bir kadın oluyordum, iki kişi oluvermiştim birden. İkisinin de göğsüne oturmuş bir taş vardı gördüğüm. Gürültülü suskunluklarının ne zaman biteceğini düşündüm.
Susuşlar bazen konuşmaktan fazla şeyi anlatmaz mı sevgili okur? Susmak, ‘susmak’ mı demektir her zaman?Kafanızdan onca düşünce geçerken, kalbiniz hislerle dolup taşarken neden dökülmez ki kelimeler ağzınızdan?
Sonra sessizliğin can acıtmadığını düşündüm, biriyle paylaşılabildiği zaman.
Peki bir yanı gölgede kalan o zavallı masaya ne olacaktı onlar kalktıktan sonra? Durdurulamaz zamanın birbiri üstüne yığılan günlerini biriktirmeye devam mı edecekti? Kaç kişinin izini taşıdığını düşündüm içinde. Kim bilir kaç ayrılığa, kaç kavuşmaya, kaç aşka, kaç mutluluğa, kaç üzüntüye tanık durduğu yerden sessizce… Onlar kalktığında bir hüzün çökecekti üstüne. Birbirlerine elveda diyerek mi kalkacaklardı yürekleri dolu iki yabancı gibi? Sonra her veda hüzünlü müdür dedim kendi kendime. Her veda bir kavuşma demektir derler, öyle midir gerçekten?
Kim olursa olsun, duygusal bağ kurduğunuz, içinizi açtığınız birini içinizden uğurlamak, onunla vedalaşmak zordur. Gözyaşlarınız akar, akar, akar… Akarken sanki yanında götürür birçok yürek sızısını, anıların ardında bıraktığı silik parçalarını da alır ta ki yüreğiniz eskisi kadar sızlamayıncaya değin. Taze değildir artık yaranız çünkü zaman bir tozlu tabaka gibi örtmüştür üstünü. Yine de şöyle bir durup geçmişin bulanmış sularına baktığınızda bir esinti geçer gider yüreğinizden.
Bu denli üzülmüşken, gözyaşlarımız sel olmuşken neden zaman zaman zor olur kalbimizi kıran kimseleri içimizden uğurlamak? ‘Vazgeçmek’ kendi isteğimizle olsa bile acı vermiyor mu? Bazı cümlelere ve sonuçlara ulaşabilmek için üzülmek ve kırılmak ‘şart’ oluyor değil mi?
Zannediyorum nasıl hatırladığınız önemli insanları çünkü siz yürümeye devam ettiğiniz sürece insanlar gelip gidiyor, farklı yollara sapıyor. Kimileri yanınıza geliyor, kimileri ise uzaklaşıyor. Geriye kalan ise birkaç sayfa anı oluyor.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda saatler geçmiş gibi gelmişti ama masa hala aynıydı; aynı hüzün, aynı kırgınlık, aynı suskunluk.
Gün ışığı bir bıçak gibi girmişti aralarına. Masanın bir yanı gölgelik bir yanı aydınlıktı.
Anonim
Ruhuna sağlık :)
Nida Nur Erdoğan
Kalemine sağlık Deniz. O kadar güzel betimlemişsin ki farkında olmadan anı yaşarken buldum kendimi…