Bazen gitmek iyidir. Farkında olarak ya da olmayarak çıktığın yol, seni hep olmak istediğin yere götürüyorsa eğer, evet, çok daha iyidir. Hamuruna katılmış bir duygu, bütün benliğini çepeçevre sarıp kulağına durmadan bir arayışı fısıldıyor ve öğütlüyorsa; hâlihazırda bulunduğun yer artık harekete geçmen için o cesareti veriyordur artık içten içe. Ya da kim bilir, o yer seni çağırıyordur belki buluşmanın yaklaştığını haber verircesine. Harekete geçebilmek için ne kadar yorgun olduğunun, sonuca ulaştığında hiçbir önemi kalmayacağını bilmek yeterliyse; kalmamıştı. Ben, bir gün o yola cesaretimi ceketimle birlikte giyinip çıktım ve çok uzakta ama evimden daha çok evimde hissettiğim o yerin kucağına bıraktım kendimi en nihayetinde. Sadece bir an, bir farkındalık anı, ayaklarımın altını bilmem kaç şiddetinde bir depremle sarstı ve sonuç, tahmin ettiğimden çok daha harikaydı.
Hayat; her zaman bir anne kucağı kadar yumuşak ve rahat değil. Bu yüzden, orada bulunamayacak kadar büyüdüğünde, hep en az orası kadar huzurlu hissedebileceğin bir yer aramak boynunun borcu oluyor. Bulunduğun her istasyonda bir sonrakini düşünmek ve hesaplarına dahil etmek gibi yorucu olduğu kadar karmaşık hisler vuku buluyor aklında. Henüz gitmediğin her yer, bir sonraki yuvan olabilmek için sırada beklese de kesin kurallarla belirlenmiş oluyor bindiğin trenin rotası. İçten gelen bir karıncalanma ve rahatsızlık hissi artık zamanın geldiğini duyuran bir haberci; öyle olmasaydı eğer durmadan hayat yolculuğunda ayakları hep geriye giderdi insanın ama her ne hikmetse ileriyi gösteren levhalar tam yerinde konumlandırılmışlar; akreple yelkovan gibi. Görmek istemesen bile, gözlerini kamaştıracak renklerle seni bilmediğin o yere sevk etmekten hiç geri durmuyorlar, biliyorum, çünkü 12 sene önce bana da tam olarak bunu yapmışlardı.
Henüz 9 yaşımdayken adım attığım bir semt; hiçbir zaman adını anmaktan bıkmayacağım, oradan başka bir yerde nefes dahi almayı hayal edemeyeceğim o rüya alemini bahşetmişti bana. İlk defa, hayatımda ilk defa, o kadar fazla huzurlu ve bir yere ait hissetmiştim ki kendimi; nasılını ve nedenini hiç sormadan, büyüsünü bozmak istemeden, sadece yaşamaya başladım içimden ne geliyorsa onu yaparak. Öyle bir sardı sarmaladı ki beni, yıllarca ‘’burası bana bir şeyi anımsatıyor ama ne, ama ne’’ derken nihayetinde anne kucağıyla eş değer bir huzuru iliklerimde hissedebildiğimi idrak edebilme şerefine nail oldum. Ve hâlâ bugün, aynı yerde yaşıyorken, 9 yaşımda ne hissediyorsam şimdi de aynı şeyleri hissettiğimi haykırmaktan hiç çekinmiyorum. Bu erken kavuşma bana kendimi o kadar şanslı hissettiriyor ki, içten içe bunun gururuyla burnum havada bile geziyorum. Her şey çok yolunda gibi gözüküyor böyle uzaktan bakılınca ama içten içe beni kemiren ve üzerinde durduğum zemini sarsan bir şey var. Aslında yaklaşık 3 senedir, tam olarak böyle bir his zaman zaman ruhumun semalarında süzülüp kayboluyordu; ta ki ben bir gün onu yakalayıp bırakmayana kadar. Anlamam ve bilmem lazımdı çünkü; beni harekete geçirmeye çalışan o şeyi artık somutlaştırmam lazımdı. İçimden bir ses, durmaksızın ‘’bir yere gitmem gerek’’ deyip susuyor ve karanlıklara gömülüyordu ki ben böylesine evimdeyken artık daha nereye gitme ihtiyacı beni körüklüyordu, anlayamıyordum. Böylesine aydınlığa kavuşmayı bekleyen farkındalıkların ise hep beklenilmeyen bir anda geldiklerini belli ki hatırlayamamışım.
Alakasız bir vakitte; çay demlerken, çamaşır katlarken, çorba karıştırırken ya da bazen sadece dururken aklımızda parlar ya bir düşünce apanszıca, benim aydınlanmam da gazete okurken oldu. Salonda oturmuş büyük bir dikkatle gazetemi okurken televizyondan duyduğum bir ses; gözlerimi kapatmama ve yaklaşık bir dakika boyunca zihnimde bir hayali canlandırmama sebep oldu. Müzik ve gözlerimin önünde hayali canlanan yer; çok tanıdıklardı ama tanımlayamamıştım bir türlü. Gazeteyi yavaşça aşağıya indirip televizyona baktığımda gördüğüm yer; işte gözümde canlanan yerdi. 3 yıl önce gittiğim o sahil kasabası, hayallerimi süsleyen Ildır, orada çekilen bir dizi vesilesiyle tekrar gözlerimin önündeydi.
O an, kendimi belki de hiç olmadığım kadar kızgın ve mahcup hissettim çünkü oraya gittiğimde hissettiğim duyguları hasır altı etmiş ve içimdeki ‘’bir yere gitmem gerek’’ dürtüsünü anlamayı o güne kadar kendime yasaklamıştım. Geçmişime sırt çevirdiğim için öylesine utandım ki, bunu kendime açıklamaya dahi yüzüm yoktu. Evet, sorumlu bendim ve bunu inkar etmeye bile lüzum görmediğim bir farkındalık geldi oturdu kalbimin üstüne. Aslında ben, 3 yıl önce, hayatımın hiç de kolay olmayan bir dönemindeyken ayaklarımın altında o depremi hissetmiş ve sarsıntıyla çıktığım yolda, kendimi bir sahil kasabasında bulmuştum; ve gittiğim ilk anda ne kadar evimde hissettiğimi biliyordum. Orada bulunduğum süre boyunca, hiçbir gündoğumu ve batımını kaçırmadım ve sonunda fark ettiğim şey; sanki o sahil kasabasında daha önce bulunduğumu düşünmek olmuştu. Hayır, hiç gitmemiştim. Bilmiyordum bu hissiyatı neyin beslediğini ama öyle bir şeydi ki; daha önce başka bir bedende var olduğumu ve o zaman orada yaşadığımı bile düşünmüştüm çünkü bana öyle bir sakinlik ve kendimdelik bahşetmişti ki, hiçbir şeyden hayatım boyunca tat alamayacakmışım gibi hissettim eve döndüğüm zaman. Nitekim, öyle de oldu ama başka bir şekliyle geldi bu tatsızlık hissi. Oradan ayrılırken, yaşadığım yer de dahil, evim diyebileceğim her yeri kaybettim. O denizin kenarında karşıladığım ve uğurladığım anları o kadar sevdim ki; uzun bir süre evim gerçekten neresi unuttum ve sonunda bir karar aldım. Yıllarca yaşadığım yere ihanet ediyormuşum hissinden kaçmak için; orayı unutacak ve hiç gitmemiş gibi davranacaktım. Başardım.
Hayır.
Sadece öyle sandım çünkü o farkındalık ânı; benim orada yarım kalmış hikayemi haykırdı avaz avaz. Meğer, bir anne kucağı da orasıymış, bilememişim. Ancak artık biliyorum, ‘’nereye gitmem gerek-miş’’, çok iyi biliyorum.