“Balıklar uçar, kuşlar yüzer
Gökyüzü yemyeşil
Ben de seni düşünmeyi bıraktım”
Seni gördüğüm ilk gün, apansız bir yağmur başlamıştı. Hazırlıksız ve savunmasızdım. Kaçmadım, öylece durdum. Yağmur tanelerinin tenimdeki hissine, ıslaklığına, birinin diğerine karışıp aşağı doğru ilerleyişine odaklandım. Şaşkındım çünkü üşümüyordum. Altında sırılsıklam olmaya yüz tuttuğum yağmur, tenimi ılıklığıyla bir kalkan gibi sarıyor ve ruhumu ısıtıyordu. İşte o an, öyle bir tebessüm kuruldu dudaklarıma ki, sadece şunu söyleyebildim: ‘’Sen, O’sun.‘’ Yıllarca aradığım, bulamadıkça korktuğum, belki de geçtiğim sokaklarda en az bir defa tenine ya da gözlerine sirayet ettiğimsin. Yağmur, vuslatın habercisi olmalı diye geçirdim içimden o an çünkü ayrı geçen günler, arayışla geçen vakitler ve içimizdeki anlamsız boşlukla geçen her bir dakika kendini artık sakin bir denize bırakacak; aşk, artık sözlükte tanımı yapılmış bir kelimeden o denizde özgürce yüzen bir balığa evrilecekti. Kalplerimizin arasındaki görünmez ip, bizi yıllarca iki farklı yöne doğru çekiştirdikten sonra, nihayet, tanıştırmak için tam da o günü seçmişti. Evet, olması gereken buydu. Olması gereken sen, ben, biz çok güzeldik. Aklımda çizdiğim o resim, kulaklarımda gezinen o şarkı ve ihtimaline yenik düştüğüm o büyü çok güzeldi; ta ki sen ve ben birbirimizin karşısına oturup çığlıklarla susana ve dudaklarımızdan dökülmek isteyen her bir kelimeyi yutkunarak tüketene dek. O günden beri ıslanabileceğim her yağmurda boyuna ıslandım. O sokak lambasının altında bir gölge gördüysen eğer elleri semada, damlalardan seni dilenen, işte o, bendim. Günlerden, aylardan, yıllardan sonra olur da bir gün beni ‘’yalan’’ denilen bir şemsiyenin altında yürürken görürsen sokaklarda, sanma ki yitirdim inancımı. Yalnızca kaçtım. Anlamsızca bakan gözlerden, beş kuruş vermeden savurulan yargılardan ve herkesten, sensiz yürüdüğüm o yolda ayağıma takılan her taştan kaçtım. Biliyorum, yalana sığındım çünkü bilmesin istedim kimse yağmurları senin için göğüslediğimi. Ama biliyor musun? Ben de yanıldım. Bak ayaklarıma hala sırılsıklam hala çamur; bak ellerime hala buz ve bak gözlerime hala nemli. Görüyor musun? Bir şemsiye değilmiş demek ki ardına gizleyebildiğim kendimi.
‘’Elimde değil, denemedim de değil
Biliyorum bu yaptığım hiç hoş değil’’
Seninle buradan uzak bir yerde birlikte olabilme ihtimalimize su verdim. Bazen böyle olması gerek, biliyorsun. Umut, avuçlarımızda kanayan bir yarayken bile inadına tuzlu sularda paklayacağız ki ar etsin de acıtmasın bir daha aynı yerden çünkü emin ol geçen zaman hiçbir şeye merhem olmuyor. Sadece olgunlaşıyor ve her geçen gün eskisinden daha da güçlü uyanıyorsun; sonra kokular kesifleşiyor, acılar keskinleşiyor, gözler bulanıklaşıyor ve düşünceler ağırlaşıyor… Mide bulantılarıyla ve baş ağrılarıyla uyandığın yeni bir gün inancın baş harfini bile sunmuyor. Bir yalan dahi olsa söyle artık zira ben inanmayı özledim. Adı uzak, zamanı aksak, mayınları tuzak olan o yere gidelim de, gelirim. Kendime verdiğim öğütlerle saçlarımı okşamayı bile öğrendim ki eskiden annemin saçlarımı örmeye başladığı andan itibaren geçen zamanda bütün acılarım koşarak benden uzaklaşırdı; şimdi ise bırak koşmayı yürümeyi dahi bilmeyen bir çocuk gibi kalbimde uyuyor verdiğin her acı ki bunun adı sevda oluyor günden güne bıraktığı kara lekeyle birlikte. Olsun. Yürüyecek daha çok yolum vardır belki. Belki daha sakin daha sessiz olamam artık ama daha iyi biri olmanın sözünü verebilirim. Kalplerimizin arasında görünmeden uzanan o ipi kesmeye hazırladığın bıçağını benimle bilemen bile bir gün yanı başımda öylece durmanın düşüncesini kesip atamıyor. Bir şey isteyeceğim senden, bu bir bencillikse beni affet, bütün bir kış boyunca arayıp yazın bulduğum eldivenlerim, radyoyu açtığımda bitiveren en sevdiğim şarkım, mükemmel bir cümlenin ortasında tükenen mürekkebim olma. Ben sadece, bir gün birbirimizin yüzüne tekrar bakabilelim diye, zamansız hatalarımızı affetmek istiyorum artık.
‘’Önümde tütün kokan sokaklar
Ve sana dair her anıda
Bana acı veren bir şey var’’
Aradan, en az üç katı uzunluğunda üç yıl geçti. Olduğum evi, yaşadığım semti, yağmurlarında ıslandığım sokakları, evinin karşısında saatlerce oturduğum bankı, altında senin silüetini ilk gördüğüm sokak lambasını ve seni; kendime ait bütün parçaları geride bırakarak taşındım. Bu bir yanılgıydı. Bu bir savunmasız kaçıştı, bir acıdan öbür acının kollarına doğru çünkü orada bırakmak istediğim her şey benimle geldi ve yanıma almak istediklerimse orada kaldı. Yine de bana sorarsan, en zor olanı parmaklarımın duvarlara olan vedasıydı. Beş yıl boyunca gözyaşımda boğulduğum, bazen boyuna kendimle konuştuğum bazense sadece sustuğum o odadan ayaklarımı sürüye sürüye, tırnaklarımı avuç içlerime geçire geçire çıktım. Çıktım, evet ama nasıl? Uçurumun kıyısındaki son adımı harcar gibi. Düşmekten ziyade itilmiş olmak, artık aidiyet denilen kelimenin sokağına bile uğrayamayacak olmak göğsümdeki ateşi körükledi. Gece kadar siyahtım ve bir daha asla gündüz olamayacak kadar. En büyük mecburiyetim, en büyük sınavım, en savunmasız mücadelemdi.
‘’İçimde kayıp giden yıldızlar
Ve sana dair tuttuğum bir dilek
Hiç sönmeyen bir ışık var“
Bütün doğru bildiğim yanlışları yürüdüğüm yolun kenarına bırakıp yanlış bildiğim her şeyi de yanıma alarak nefes aldığım diyarıma geri döndüm, beş mevsim sonra. Tükettiğimiz her bir günün gecesinde, gökyüzüne her baktığımda gördüğüm şey kalbimin üzerindeki sevdayı hatırlatıyordu bana. Göğü aydınlatan yıldızlarıydı, benim kalbimi aydınlatansa sendin. Geceyi sabaha bağlayan vakitlerde uzak kelimesinin sözlükte olmayan anlamlarını düşündüm hep ve anladım ki senden uzaktayken ben kendime daha çok ırakmışım. Senin yüzünü görmedikçe kendi yüzüme ve senin sesini duymadıkça kendi sesime katlanamaz olmuşum. İşte sen, bu yüzden, bana beni verdiğin her an için affedildin. Artık yüzüme yüzüme sussan da, bütün kelimelerini ceplerinde saklasan da hiçbir şey fark etmeyecek, zira sen hiçbir şey yapmazken de ne çok şey yapmışsın. Ben, sana teşekkür ederim.
KAYNAKÇA
Tekin, Deniz. ‘’Yıldızlar’’. Yıldızlar. 2019. Albüm.